Background


I.

aslında niyetim bu değildi. evet, gençliğimde uzun saçla gezmişliğim vardı. nitekim o zamanlar pek kötü gözle bakılırdı böyle şeylere. ters bir mekana girdiğinizde dayak yeme olasılığınız bile vardı. ama o zamanlarda herşey daha kolay geliyordu bize.

niyetim bu değildi. aslında berberleri protesto ediyordum sadece. yav, bi kere de istediğin gibi kesemez mi bu adamlar? "hah", diyordun, "oldu sanki, bırak abicim, oynama."

"olur mu" diyordu, pek işine saygılı berberimiz, "yav şu uçlarını düzeltmeden olur mu?"

"peki" diyordun, "yalnızca uçlarını düzelt, ama gözünü seveyim bozma şu saçı..."

"tamam abiciim", diyordu, "merak etme sen!"

ama uçlarını düzelttiğinde herşeyi de piç ettiğini farkediyordun.

aslında bunlar da önemli değildi. yav, bi adet berber de konuşmadan işini yapamaz mı?

ben senin hangi karıyı nerede düdüklediğini dinlemek zorunda mıyım arkadaş? senin tuttuğun takımın ne bok yediği ile ilgilenmek zorunda mıyım? mahalledeki dedikoduları duymak zorunda mıyım? memleket sorunları üzerine ortalama zekanın ürettiği geyikleri çekmek zorunda mıyım?

daha da kötüsü, sen sürekli sağımdan solumdan değdirmek zorunda mısın??

neyse, canıma tak deyince berbere de gitmez oldum. ee, saç denilen hadise de şişede durduğu gibi durmuyor. hababam, debabam uzuyor. yav, bi dur be arkadaş, nereye varacaksın uzayıp da.

annemin haykırışları üzerine gitmek zorunda kalmıştım berbere en son. ondan beri de yolda görsem selam vermiyorum bu zibidilere.

ama dediğim gibi, saç da uzadıkça uzuyor. sonunda bir geyik aldı yürüdü. kim görse, "n'aber lan isa?" deyip kih kih gülmeden rahat edemiyor.

en son papa'nın ziyareti ile de geyik tavana vurdu: "papa'yla aran nasıl lan isa?", "papa gelip elini öptü mü lan isa?", "olum hazır papa da gelmiş, ben isa mesih'im diye atlasaydın ya meydana..."

ee, insan soyu bu, bir şeyin bokunu çıkarmadan rahat edebilme kabiliyeti verilmemiş ona ne yazık ki!

II.

uzun zamandır ortada görünmüyordu, arayıp merakımı gidereyim dedim. başıma sardığım beladan henüz haberdar değildim. "iyidir canım ya" dedi, "yav biliyon mu, seni çok özledim. bak ne diycem, biz şimdi hafta sonu çıkıyoruz. uğrarım ben sana. takılırız biraz."

çok güzel, ben de biraz takılıp son zamandaki kapanıklığıma son versem iyi olacaktı. ama gelir gelmez, "oovvv isa bey, yukarda havalar nasıl?" deyince tadımı da kaçırmış oldu. ama hiç de canımı sıkacak değildim. epeydir görmediğim eş-dost'la en azından geyiğin dibine vurup eğlenebilirdim.

ama sanırım bir ketenpereye geldim. birisi bir hamfendinin koynundaymış, diğeri hafiften rahatsızmış da çıkamamış, şuna bu olmuş, buna şu olmuş derken; kendimi tanımadığım insanların ortasında buldum. daha doğrusu tanıdık bir iki kişi vardı başta ama onlar da bişeyleri bahane edip tüymüşlerdi.

işte o zaman da inanılmaz bir şeyin farkına vardım. isa'ya benzerliğim sadece fiziksel değildi. tıpkı onun gibi, bütün insanlar adına acı çekiyordum. tıpkı onun gibi, insanlığın üzerine serpilecek bir iyilik tozunun keşfi peşindeydim. ve tıpkı onun gibi herkes kendine göre kullanıyordu beni ve tıpkı onun gibi aşağılanıyordum belki de...

III.

artık herşeye katlanmak daha zor. neon ışıkları sahneye vuruyor ve resim olanca çıplaklığıyla görülüyor. henüz kadın bile olmamış kızlar, kendisini becerecek bir erkek peşinde. erkekler, ne yapıp edip en azından değdirmek istiyorlar. müziğin ritmi giderek artıyor, herşey baştan çıkarıcı. alkol duvarına tırmanmak, sözün yanıltıcılığından öte; çok kolay aslında. saçma sapan dalgalanmalara dans diye bir isim koyuyor insan soyu ve tepindikçe kötülük daha da yaklaşıyor sana. "ne garip" diyorum, " bu saçma tepinmeler, kötülüğü kovmak için icat edilmişti halbuki!"

şeytanı arıyorum umutsuzca, buralarda bir yerde olmalı. köşedeki çirkin oğlan olabilir mi acaba? pek sessiz, pek hareketsiz duruyor. şeytanı arıyorum, "benim görevim jim", ki ben çoktan kabul etmiştim, "şeytanı ortaya çıkarmak şimdi!" insanların arasında gezinen şeytanı, insanın yüzünde, derisinde, iliğinde, kemiğinde gezinen şeytanı.

telefon çekmiyor buradan, hala ondan bir mesaj bekliyorum. arada bir kapı önüne çıkıp kontrol ediyorum telefonu, hiçbir şey yok!

şeytanı arıyorum, her yer zenci kaynıyor, yeni arkadaşımın yanındaki kız birini bırakıp diğerinin koluna atlıyor. zencilerde görüyorum şeytan tüyünü. sanıyorum yeni arkadaşım da görüyor. az önceki coşkusundan eser kalmamış. kendince meşgale yaratmaya çalışıyor, gah tuvalete gidiyor, gah telefon açmak için kapı önüne. kendine şunu demek istiyor: "ben biraz meşguldum, benim kız da yalnız kalınca yanındaki zenci arkadaşlarla dansa tutuşmuş."

oysa öyle olmadığını hepimiz görüyoruz. kendi kendime "şimdiye kadar bu kızı burada bırakıp evin yolunu tutmuştum çoktan" diyorum.

işte, insanlara kazanma gücünü veren bu saçmasapan ısrar, bu sahtekarlık, bu düpedüz becerilme isteği!

evin yolunu değil de kapı önünün yolunu tutuyorum yine, bir ara, bir sor allah aşkına! ama hiçbir ses yok yine!

artık katlanamıyorum. üstelik artık "montrealli isa"yım ben! artık, bu gerizekalının acısını da ben çekeceğim!

IV.

tanrı beni asla eve üzgün göndermez. aramızda gizli bir anlaşma var. ne zaman başım sıkışsa yanımda olmuştur, ne zaman yolum kapansa bir yol açmıştır. banka hesabıma birkaç milyar yatırmışlığı bile var çok parasız kaldığım bir zamanda. gerçi banka "bir yanlışlık olmuş beyfendi" diyerek geri istediyse de parayı, o an çok ihtiyacım vardı ona.

tanrı beni asla eve üzgün göndermez. bir gece, geyiğin dibine vurup gülmekten kırıldığımız dolmuşçuya rast geliyorum. "yav abiciim, neredesin sen" diyorum. "abi, ben özel şöförüm aslında, bazan arkadaşın yerine geliyorum buraya" diyor.

hoş oluyor, beş oluyor, "nerede indireyim seni?" diye soruyor. "valla eve gitmeden bir çayhanede çay içeceğim" diyorum, " sen şu köşede indir beni".

yolcuları indirip, dolmuşu çayhanenin önüne çekiyor. benimle birlikte geliyor çay içmeye: "siktir et" diyor, "bir tur eksik çalışalım bu gece."

hoş bir muhabbetin ardından "hoşçakal" diyorum ona, "kolay gelsin."

"iyi geceler abicim" diyor.

eve giderken yeniden bakıyorum telefona, bir mesaj bekliyorum. evet, bir mesaj var, ama ondan değil.

önce anlayamıyorum; farkına varıyorum sonra mesajın tanrıdan geldiğinin:

"çarmıha gerilme günü yaklaştı" yazıyor mesajda!

bir sms atarak yanıtlıyorum tanrıyı:

"hazırım!"
Göksel - Karar verdim

(alternative/punk versiyon)

gidiyordum, geliyordum
öpüyordum, seviyordum
datlı datlı yiyordum
acı acı çıkarmanın zamanı şimdi

ben bu gece karar verdim
kış olup kar gibi yağmaya
insandaki kör düğümü
dünyaya haykırmaya

vaah vaah vaah vaah!
yeah yeah yeah yeah!

ölüyordum, yaşıyordum
pişiyordum, coşuyordum
hızlı hızlı koşuyordum
durup bir düşünmenin zamanı şimdi

ben bu gece karar verdim
düş olup da kaybolmaya
insandaki kör düğümü
dünyaya haykırmaya

vaah vaah vaah vaah!
yeah yeah yeah yeah!
I.

başlangıçta o vardı. ama başlangıç yoktu. çözülmesi gereken bir denklem vardı yalnızca:

başlangıçta o varsa, asla bir başlangıç tasvir edilemezdi. çünkü başlangıç, ancak bir devinim olarak tasvir edilebilirdi. ve o tek başına asla bir devinim yaratabilecek kudrete sahip değildi. dahası hiçbir şey tek başına bu kudrete sahip değildir.

eğer bir başlangıç varsa; başlangıçta yalnızca o olamazdı. çünkü başlangıç, bir hadiseye olan ilgiyi anlatıyordu. o ise "tek başına" ve "hiçbir yerde" iken bir hadise yaratabilecek kudretten yoksundu.

o zaman başlangıç yoktu ama o vardı : o kendi kendine dedi : ben varım; ama benim varlığımı onaylayacak hiçkimse yok!

o kendi kendine şunu dedi : ben var mıyım? varlığımı onaylayacak kimse olmadığına göre!..

o kendisiyle konuşmaya devam etti : ben yokum; varlığımı onaylayacak hiçkimse yok! varlığımı onaylayacak hiçbir şey de yok!

evet; hiçkimse yoktu; hiçbir şey yoktu ve o yalnızca ve o yalnız; hiçbir yerin krallığına oturmuştu.

ama sorun da buradaydı : krallığını onaylayacak hiçbir şey yoktu ve hiçbir yer de!..

buna canı sıkıldı! anlamıyordu; bu kadar büyük bir kudretin sahibi iken ve bu kadar büyük bir karanlığın kralı iken; kendisine biat edecek hiçbir "şey" yoktu.

ve bu durum kendisini "yok hükmüne" getiriyordu, krallığını onaylayan yoksa krallığı da yoktu, kudretini anlayan yoksa kudreti de yoktu, büyüklüğünü algılayan yoksa büyüklüğü de yoktu, kendisini duyumsayan yoksa kendisi de yoktu!..

giderek anlıyordu : varsa bile yok hükmündeydi, yoksa bile var hükmünde olamıyordu, sınırsız kudreti bu duruma çare bulamıyordu üstelik, buna canı sıkıldı!..

bir zaman mı geçti; asla geçmedi; yoktu o; olmayanın geçirebileceği bir zaman da yoktu; bir şey mi düşündü; düşünmedi; yok hükmünde ise düşüncesi de yok hükmünde olacaktı...

yalnızca içgüdüsel bir çare buldu bu cansıkıntısına; yaratma kudreti vardı onda. ve eğer yaratırsa, var olabilirdi. yaratırsa, onun kudretini algılayanlar, onun krallığını tanıyanlar olacaktı.

ve o zaman o da olacaktı, yok hükmünde olmanın tek çaresi buydu!..

tanrı evreni yarattı diyeceklerdi sonra, işte büyük yanılgı burada başlıyordu :

tanrı, kendisini yarattı!..

...herşey cansıkıntısından başladı...

yarattı; çünkü yoktu. yarattı; artık vardı. böylelikle uçsuz bucaksız bir evren yarattı. aslında istediği tam olarak bu muydu, bilemiyordu. yalnızca "var olmak" istiyordu. ama cansıkıntısı bir başladı mı nereye götüreceği belli olmaz. o da ayarı kaçırıp uçsuz bucaksız bir evren yaratmıştı. şimdi herşey daha da büyük bir denklemin içine girecekti. halbuki küçük bir evren yaratıp hem varlığını kanıtlayabilir, hem de yaratılanın gidişatı daha iyi kontrol edilebilirdi.

ama cansıkıntısı bir başladı mı, nereye götüreceği hiç belli olmaz!..

biraz eğlenmek istiyordu : geniş bir evren yarattı, böylelikle çıplak gözle görülemeyecekti. ve böylelikle, yarattıklarının kendisinin varlığını çözüp çözemeyeceğini görmek istiyordu. böylelikle, bir oyun başlayacak ve o da bu dayanılmaz cansıkıntısından kurtulacaktı.

...herşey cansıkıntısından başladı...

şimdi, varlığını kanıtlayan bir evren vardı. artık karanlık biraz aydınlanmıştı. artık onun krallığını görebilecek büyük bir alan vardı. ama bir şeyi unutmuştu :

şey, asla varlığınızla ilgilenmez!..

evet, evren, bir şeydi. ona varlık hissi veriyordu. ama bir anlamı yoktu bunun. çünkü, bir devinim başlamış bile olsa; onun krallığına biat eden bir "şey" yoktu. yalnızca uzakta göz kırpan yıldızlar vardı. evet, geceleri kumsalda oturup şarap içerken onları izlemesi romantik olabilirdi. ama henüz şarap da yoktu, kumsal da.

o zaman canı sıkıldı. bir şey yaratmıştı ama derdine deva değildi yarattığı şey. böylelikle kudretinden şüphe duymaya başladı. bütün bunları önceden tahmin etmesi gerekirdi. ama o bütün bönlüğüyle yalnızca varlığını duyumsamayı istemiş ve geri kalanı düşünmemişti. şimdi ise, yıldızlar parlıyordu yalnızca ve o kumsalda oturup şarap içemiyordu...

canı daha fazla sıkılmaya başladı. giderek dayanılmaz oldu bu cansıkıntısı ve o zaman insanı ve melekleri yarattı. ve tabi şeytanı da...

canı o kadar sıkılmıştı ki; artık büyük oynamak istiyordu!..

ne kadar büyük oynarsan o kadar büyük eğlenirsin! artık anlayabiliyordu. böylelikle şeytanla bir düelloya girişti : eğer insanı yoldan çıkarabilirse ona biat edecekti!

büyük oynuyordu; çok büyük!..

anlaşılan canı fena sıkılmıştı...

canı öyle sıkılmıştı ki; kendi yarattığı ile şirk koşuyordu kendini. bizzat kendi yarattığına oynaması için alan yaratıyordu. ve bizzat kendi yarattığına yenilmek için elinden geleni yapıyordu.

cansıkıntısı bir başlamaya görsün; nereye götüreceği hiç belli olmaz!..

II.

adem cennet bahçesinde dolaşıyordu, olan bitenden habersiz. çırılçıplaktı, sakalı uzadıkça daha da heybetli görünüyordu, daha bir yakışıklı. keyfi yerindeydi. yok iken var olmuştu ve bu herkese nasip olmazdı. ıslık çalarak gezindi durdu bahçede...

üzüm salkımlarının arasından geçti, yeşil yaprakların. bir derenin kenarına ulaştı, eğilip su içti. tam doğrulurken gördü suretini suyun aksinde. ne kadar heybetli bir görüntüsü vardı, ne kadar yakışıklı!

işte o zaman canı sıkıldı.

ne bu heybetini görecek kimse vardı, ne de güzelliğini. o zaman heybeti de yoktu, güzelliğinin bir anlamı da yoktu.

o zaman canı sıkıldı...

şimdi yine cennet bahçesinde dolaşıyordu adem. ama yüzündeki neşe kaybolmuştu. canının sıkıldığı her halinden belli oluyordu. ve cansıkıntısı bir kere başlamaya görsün, nereye götüreceği hiç belli olmaz. bir ağaç gölgesine oturdu; bir türkü mü söyledi? asla; henüz konuşamıyordu, henüz türkü nedir bilmiyordu : uludu yalnızca...

o kadar dertli, o kadar derin bir haykırıştı ki bu; tanrı duydu onu, huzuruna çağırdı : ey adem! nedir derdin?

tanrının da canı sıkılıyordu; aptal gibi şeytanla düelloya girmişti. halbuki, herşeyin efendisi o idi. ve şimdi şeytan, bu sersem ademoğlunu yoldan çıkarmasın diye herşeyle bizzat ilgilenmek zorundaydı!..

cansıkıntısı bir başlamasın, nereye götüreceği asla belli olmaz!...

..................herşey cansıkıntısından başladı!..

III.

böylelikle tanrı anladı onu, aynı sıkıntıları kendisi de hissetmişti, adem, kendisini var etmek istiyordu. ama bu kudretten yoksundu. ve tanrı, bu kudrete sahipti ve üstelik onu şeytanın kucağına itmemesi gerekiyordu. ne de olsa büyük bir düelloya girişmişti. ve o adem'i anlamak zorundaydı zaten.

böylelikle adem'in kaburga kemiğinden bir parça aldı. ve o, adem'e dedi : şimdi git, artık bir daha ulumayacaksın!..

ve böylelikle havva'yı yarattı. ve böylelikle havva, adem'i var etti. artık adem, heybetini ve yakışıklılığını gösterebileceği birine kavuştu. ve böylelikle adem bir daha ulumayacaktı...

tanrı'nın cansıkıntısı devam ediyordu. bütün krallığını, şu iki aptal ademsoyuna ciro etmişti. ve onlara güvenmiyordu. bir dalgınlık anında, bir uyku anında kolaylıkla şeytana teslim olabilirlerdi. ve bu bütün uykusunu kaçırıyordu tanrının.

ve bu durum can
ını çok sıkıyordu!..

ve cansıkıntısı bir başlamasın, nereye varacağı hiç belli olmaz!..

böylelikle onları denemeye karar verdi. cennet bahçesinde "elma ağacı" adını verdiği bir ağaç yarattı. ve adem'i çağırıp, bu ağacın "lezzetli" meyvesinden asla yemeyeceklerine dair söz istedi. adem, ağacı bilmiyordu ve adem'in keyfi yerindeydi. ve adem artık var idi. adem'in şeyinde bile değildi elma ağacı...

okey dasti, dedi, yenilmemesi gerekiyorsa yemeyiz!

ama cansıkıntısı başlamıştı bir kere ve nereye varacağı hiç de belli olmazdı...

IV.

havva neşeliydi; çünkü daha önce adem'in ve ondan önce tanrının boğuştuğu sorunlarla asla yüzleşmemişti o.

o, her zaman güzelliğini gösterebileceği birini yanında bulmuştu ve o tüm varlığıyla o'nundu. ve o, cennet bahçesinde şen kahkahalar atıyordu yalnızca. adem'le mutluluğu tanımıştı. adem'le var olmayı bilmişti. ve bizzat var olarak gelmişti oraya.

gülüşüp eğlenerek, öpüşüp koklaşarak geziniyorlardı yeşil çimenlerde, üzüm bahçelerinin arasından, yeşil yaprakların arasından geçip bir düzlüğe ulaştılar. ve havva o zaman sordu :

"adem, şu ağaç nedir?"

"elma ağacı" dedi adem, "yeni bir tür!"

"ne ilginç meyveleri var" dedi havva, "yiyebilir miyiz sence?"

"tanrı efendimiz, yemememizi emretti" dedi adem, "belki de zararlıdır."

"neden zararlı olsun ki" dedi havva, "burası cennet bahçesi, burada asla zararlı bir şey olmaz!"

"bilmiyorum" dedi adem, "ama, yememiz yasak!"

o zaman havva'nın canı sıkıldı. ilk defa adem, onun istediği bir şeyi yapmıyordu. üstelik, sudan sebepler uyduruyordu. üstelik, yemyeşil elma, dalında o kadar lezzetli duruyordu ki, şöyle bir ısırsa, bütün vücudunu bir serinlik kaplayacaktı, ve elma cildi güzelleştiriyordu üstelik. ama bu aptal adem, sudan sebeplerle yemeyi reddediyordu.

o zaman havva'nın canı sıkıldı!...

.......................(tabi ki de: devam edecek)......................
şimdi, erkin koray bey'le oturuyoz, o ispanyol basçıya gıcık olmuştum zaten, erkin koray bey'in sürekli uyumasından daha fazla ona gıcık olmuştum, velakin içten içe de benim yanımdaki kıza asıldığını hissettiğim için gıcık olmuştum. velakin ispanyol diyor ki, yarın italya'ya geçecem, o nedenle yalnız kalmamak için sizi lafa tuttum. velakin yanımdaki kız diyor ki; ben olmasam da ispanyol seni tutacaktı, yalnız kalmamak için; velakin ben onlara diyorum ki; ben erkin koray dinleyerek büyüdüm ama siz ona çalıyorsunuz yalnızca:

yıllarca sevdim, aşkınla yandım
artık ben aşka inanmıyorum...

II.
sonuçta herkesin kendi yolu var: erkin uyuyor: ispanyol, roma'ya gidiyor: kadın bana kalıyor: bense kadın'a kalmıyorum: asla kalmıyorum: yeni bir yolculuk kalbime göre değil ve ben artık aşka inanmıyorum: ve yeniden köşe yazmam için teklif geliyor bazı kanallardan: ve ben artık futbol yazacağım!..

III.
beni öpüyor: anlıyorsun değil mi? diyor : anlıyorum diyorum : zaten ben aşka inanmıyorum : yarın benim doğum günüm diyor : yarın mutlaka geleceksin değil mi? : asla söz veremem diyorum : yarın yazmam gereken bir maç var bi kere : sabahın beşinde de olsa farketmez, ara beni diyor : bense, yarın hiçbir şeyi hatırlamayacağımı söylüyorum : beni senin araman gerek hatırlatmak için diyorum : sinirleniyor; seni ararsam seni sevdiğimi mi kanıtlayacağım yani diyor : hayır, diyorum; yalnızca yarın için söz veremem; ama ararsan bu benim üzerimde bir baskı oluşturur : bak; gerçekten gitmem lazım diyor : yarın görüşürüz o halde diyorum : büyük bir sevinçle sarılıyor bana; yarın görüşürüz değil mi : hiçbir şey için söz veremem diyorum!...

IV.
erkin uyanıyor : ispanyol gitti diyorum : kız da gitti : gitarını alıyor : bastığı riff'leri tanıyorum : sevince diyor : sevince diyorum :

sevince
sevince
sevince durma durma koş ardından
zaman yoktur git aşkı iste ondan
sevince tüm insanlar bir başka
durma dostum sen de yer ver aşka
sevmek bil ki doğmaktır yeni baştan
aşık oldum galiba yavaştan
oo sevince
oo sevince

öyle bir yol tutmuşum ki sorma
inandım ki sevince vardır dünya
sevincedir günlerin bir başka
durma dostum sen de yer ver aşka
sevmek bil ki doğmaktır yeni baştan
aşık oldum galiba yavaştan
oo sevince
oo sevince

ooooaa
olacak mıydım ben bu halde
olacak mıydım ben bu halde
sevince tüm insanlar bir başka
durma dostum sen de yer ver aşka
sevmek bil ki doğmaktır yeni baştan
eriyorum galiba yavaştan
oo sevince
oo sevince
oo sevince

V.
şimdi uyuyorum : rüyamda bana geliyor : teşekkür ediyor dün gece için : sevmek teşekkür etmektir diyorum kendi kendime : sevmek bir şükrandır : varolduğum için şükran ediyor : varolduğu için şükran ediyorum : teşekkür ediyorum ona : o bana teşekkür ediyor : erkin koray bildiğim riff'leri basıyor yeniden :

inaaaaaaaaaan kiiiiiiiii, senden başka, senden başka hiiiiiiiiiiiiiiiiç kiimse yok içiiimdee!...

VI.
keza bir akasya gökyüzüne doğru büyür
gece gündüz ayırmadan
örneğin yaşınız kaç der birisi
yani kaç yaşındasınız demek ister
siz göğe bakarsınız o kadar
sonsuzluk başlamıştır artık

( bir tek dileğim var mutlu ol yeter )

VII.
sonlar hüzünlü olur : ya da ben hala alışamadım : biten herşey : şehirler : insanlar : aşklar : dereler : tepeler : hep hüzün verdi bana : sahne kızardı yine : kırmızı oğlan (red kit) sürüyor atını güneşe doğru : fonda her zamanki şarkı çalıyor : yazı belirdi, belirecek :

.......................BU MACERANIN SONU..........................
sabah erken kalkın, herkes işine gücüne giderken. üstünüzü giyinmeden balkona çıkın ve konu komşuya ana avrat küfredin...

sabah kahvaltısında kurbağa bacağı ile kara horoz ibibiğini zeytinyağında kızartın, komşunun kedisini akşamdan ıslattığınız sudan çıkararak haşlayın...

efendi gibi giyinin, bayram çocuğu gibi, tiril tiril olsun üstünüz başınız, kravatınızı özenle bağlayın, üstüne yeleğinizi geçirin, jilet gibi ütülü pantolon ve ceketinizi giyin. sinek kaydı traşı unutmayın öncesinde.

uzun çabalarla edindiğiniz dikenli teli kaptığınız gibi sokağa fırlayın, önünüze geleni kovalayın...

yorulduğunuzda eve dönüp bir duş alın, büyük tencerede haşladığınız kızgın yağı balkondan gelip geçenin üzerine dökerken erol taş kahkahanızı yanınızdan ayırmayın...

çatıya tırmanarak kiremitleri sökün ve aşağıya fırlatın.

akşam yemeğinde beyin salatanızı eksik etmeyin, boynunuzdan güzelce ayırdığınız kafanızı şakkadak ortadan yarın ve soğuttuktan sonra servis yapın...

bütün bunları iki gün arka arkaya tekrarladığınızda ismail türüt'le ilgili hiçbir sorununuz kalmadığını göreceksiniz!..

not: yukarıdaki reçete, ismail türüt gayet popüler iken ve ben kendisinden "ismail türüt'ü te'lin mitingi" düzenleyecek kadar nefret eder iken kafa doktorum tarafından yazılmıştı. (ne yazık ki miting eylemimize valilik izin vermemiş idi.) ancak nöroloji uzmanları, sözkonusu tedbirlerin benzer kategorideki şahıslar için de koruyucu etki yaptığını klinik deneylerle kanıtlamışlardır.


1. gereksiz oksijen tüketiminin önlenmesi hakkında kanun!

2. türkçeyi yayvan konusan kızlarımızın telefatına yonelik kanun hükmünde kararname!

3. basın organlarında "kose yazarı" kisvesi altında sap yiyip saman sıçanların belinde kırılan pozantı odununun kutsanarak taksim meydaninda sergilenmesine dair yonetmelik!

4. taksici, dolmuşçu ve emlakçıların toplumdan tecritine dair kanun hükmünde kararname!

5. boş konuşmayı sevenler icin hem konuşup hem de çalışabilecekleri "çalışma kampları"nın kurulmasına dair acil düzenlemeleri içeren kanun tasarısı!

6. çalışma kamplarını konforsuz bulanlar icin her ilde boş konuşma meclislerinin kurulmasına ve meclis çıkışı bu insanların maden ocaklarına gönderilmesine dair düzenlemeleri kapsayan kanun hükmünde kararname!

7. insanımıza tarih öğreniminin evrensel boyutlarını anlatacak uluslararası bilginlerin ülkemize daveti için yayınlanan yönetmelik!

8. spor müsabakalarını "taraftar" kisvesi altında ruh bozukluklarını sergilemek için kullananların fizan'a sürülmesi ve aç, susuz bırakılmasına dair kanun hükmünde kararname!

9. kredi kartı ve para kullanımının yasaklanmasına ve alışverişte trampa dönemine geçilmesine dair yönetmelik!

10. türk insaninin evrenselleşme çabalarını "batıya yamanma" olarak göstermek isteyenlerin toplanarak ağri dağı eteklerine bırakılmasına dair kanun hükmünde kararname!

11. insanların meslek çaprazlaması yöntemiyle işlere atanmasına dair yönetmelik! bundan böyle öğretmenler, muhasebecilik; doktorlar, bankacılık; mühendisler, avukatlık; avukatlar, çöpçülük vs. yapacaklardır. okullarımızda halihazırda insanlar yapacakları mesleklerden öylesine nefret ettiriliyorlar ki, okul sonrası düzgün bir akıl ve fikirle o işi yapma olanağı bulunmamaktadır!

12. osmanlı'yı sevenlerin osmanlı'ya, cumhuriyeti sevenlerin türkiye cumhuriyeti'ne, hiçbir şeyi sevmeyenlerin de evlerine gönderilmesine dair tam yetkili müfettişlerin atanmasına dair kanun hükmünde kararname!

13. bilmediğini bilenlerin uyanık tutulmasına; bildiğini bilenlerin uyutulmasına; bilmediğini bilmeyenlerin sınırdışı edilmesine dair kanun tasarısı!

14. dolandırıcılıktan hüküm giymiş mahkumlarla, işadamları ve siyasilerin burgaz ada'da toplanıp, birbirlerini dolandırmalarına ama halktan tecrit edilmelerine; aynı adada national geographic ve discovery chanell ekiplerinin ortaklaşa çalışacakları bir "dolandırıcılık belgeseli"nin hazırlanıp kamuya açık alanlarda yayınlanmasına dair kanun!

15. fenerbahçelilerin, büyükada'da toplanıp, buranın adının fb cumhuriyeti olarak değiştirilmesine ve adadan karaya giriş ve çıkışların yasaklanmasına dair kanun!

ikinci etap kanunlarımız da hazırlık aşamasındadır, bize oy verin, dünya kaç bucakmış öğretelim!


dönmek iyi bir fikir değildi belki. ama bu şehri yaşantımdan atmam da mümkün değildi. beni ben yapan herşey oradaydı işte : şırıl şırıl akan dere : kalenin kurulduğu tepe : saatlerce höykürdüğümüz o stad : günlerimizi bitirip gecelere başladığımız kahvehaneler : pavyonlar : ışıklar : gece yansımaları...

bütün okul hayatımı geçirdiğim lise'nin duvarlarını iki kat yükseltmişlerdi. gelen geçen beden eğitimi dersindeki kızları kesiyormuş meğer, bizim zamanımızda kimse kesmezdi beden eğitimindeki kızları, hocaları da yerinde bulamadım, hepsi özel okullara göç etmişlerdi.

belediye tiyatrosu'nun bowling salonu yapılmasını bi nebze kaldırabilirdi kalbim; ama o güzelim merkez bankası binasının yıkılıp yerine granit bir apartıman çıkıldığını görmeseydim.

herşeyin yerinde durduğu anlık bir yanılsamaydı, hiçbir şey yoktu benden geriye. her öğle ziyafet çektiğimiz hacı baba kebap salonu bile kapanmıştı.

aşık olduğum kızlar evlenmişti, arkadaşlarımın çoğu da burada değildi zaten.

amaçsızca dolaşmak canımı daha da sıkıyordu, hiçbir şey tanıdık değildi artık.

insanların değişmesine alışkındım. ama bir şehir, bir şehir değişmek zorunda mıydı? üstelik bir şehir, böyle kolayca değişebilir miydi?

bu şehre tutkundum halbuki; şimdi geride bir orospu bulmuştum yalnızca.

bu şehir bile beklememişti beni, hep özlemini duyduğum...

insan doğduğu şehirde daha net görüyor kaybolmuşluğunu.
seni sevmiyor artık bu şehir.
artık her yer gurbet sana.

soru şu:

kalsak : nerede?

gitsek : nereye?

dövünmek mi gerekir ille de; ayağına kapanıp haykırmak, yalvarmak umutsuzca!..

geriye dönen, bıraktığı kişiyi bulur mu ki? bekleyen; geriye döneni tanır mı ki?

ama ya baba ocağı, ya yar kucağı...

on yıl var ki ayrı idim hıra dağından : baba ocağından yar kucağından : bir demet dermeden sevgi bağından : huduttan huduta sürülmüşüm ben!..

neden birisi benim babam olsun ki? ne olursam olayım dönemiyorsam!..

neden birisi benim yarim olsun ki? ne olursam olayım, dönemiyorsam!..

ne olursam olayım dönemiyorsam!..

neden bir yer, yurdum olsun ki?

babamı öyle hayal ederdim; herşeyi yanlış yapıp, herşeyi tükettiğimde kapısını çalıp evine girebileceğim, bana bir şey sormayacak. herşey tanıdık işte, herşey yerli yerinde, şimdi beni izliyor ev ahalisi, bir şey demiyor hiç kimse. buzdolabının kapağını açıp akşamdan kalmış ne varsa bi şeyler atıştıracağım. sonra yine yanlış yaptım baba, yine yenildim diyeceğim...

ve beni samuel beckett gibi yanıtlayacaktı babam:

bir daha dene; bir daha yenil
daha iyi dene; daha iyi yenil!..

ama benim öyle bir babam olmadı.

ama benim hiç babam ölmedi!..

o zaman atı güneşe doğru sürmeli yeniden : ve fonda yine o bildik şarkı : ve ekran kızarıyor giderek : yazılar neredeyse belirecek :

......................BU MACERANIN SONU.........................


 

1.
tuhaflıklarından mı gelir adı tuhafiye dükkanlarının
ve doğru ise bu, nedir tuhaflıkları onların ?

2.
yanımdan bağırarak geçen şu traktör
uzanıp da yatmaz mı akşam olduğunda ?

3.
altında bir tohum filizlenen toprağın
duydukları aynı mıdır hamile bir kadınla ?

acı çeker ve inler mi
tohum topraktan başını uzattığında
doğuran bir kadın gibi ?

4.
ne zaman çıktı aydede göğe
ve neden inemiyor, söylesene ?

5.
şimdi burdaydı ya
nereye gitti aceba?

6.
aklıma gelen neydi; yolumu değiştirdim
aklımdan gitti mi ki, sorumu değiştirdim?

7.
sonu aynı yolların neden gideriz, bilmem
aynı yolu yürürken neden döneriz, bilmem

8.
uzayıp giden bu yolun sonu
bakalım hangi mezarlığa çıkacak?
şimdilerde yeni alışkanlıklar oluştu:

eski : şövalye ruhu : out
yeni : o. çocuğu kıvamında olmak : in

ee, normal olarak edinburg dükü'nün varis çoçuğu olarak duruma alışmak biraz zor olmuştu. amma velakin, her zaman en iyisi olmak gibi bir takıntım var.

bugün itibarıyle inceleme amaçlı olarak geldiler; berkeley üniversitesi sosyal bilimler enstitüsü'nde ana bilim dalı başkanı imiş, yanında da birkaç genç getirmiş, olayı daha yakından görsünler, araştırmacı ruhlarını geliştirsinler diye.

aramızda eğlenceli diyaloglar geçti:

- sayın kiya, o. çocuğu deyimine yeni anlamlar kazandırıyorsunuz. başarınızın sırrını öğrenebilir miyiz?

- sayın connecticut, ben aslında gençliğimde böyle değildim. hatta orospu'nun çocuğu olarak aşağılanan insanlara büyük bir şefkat duygusu beslerdim. fekat, mirasyedi günlerimin bitimiyle çok ilginç bir atmosferin içine de karışmak zorunda kaldım. ve o zaman anladım ki, orospu çocuğu tamlaması bir küfür değil, sosyo-psikolojik bir tanım imiş!..

- tam anlamadım sayın kiya, konuyu biraz açmanızı rica edebilir miyim?

- bakın sayın connecticut, gençliğimde şöyle düşünürdüm; bir insanın annesi orospu bile olsa, bunu onun yüzüne vurmak büyük bir ayıptı benim için. yani çocuk kimin çocuğu olduğunu seçemez takdir edersiniz. sonuçta bunu onun yüzüne vurarak, o çocuğun fena halde kalbini kırıyoruz gibi geliyordu bana, gençken naif bir tarzda ele alıyordum durumu göreceğiniz gibi...

- düşüncenizin değiştiği bir an var demek ki...

- aslında bir anda olaya uyandığımı sanmıyorum. tamamen şöyle bir gelişme oldu. gözlem ve araştırmalarım beni şu sonuca ulaştırdı: bakın; toplum içinde orospu çocuğu olarak nitelenen ve suçlanan insanların anneleri genellikle pratik olarak orospuluk yapmıyordu. bu da benim düşünceme uymuyordu nitekim. sonrasında olaya eğildiğimde şunu farkettim; meğerse orospu çocuğu deyimini bir küfür olarak değil de sosyo-psikolojik bir durum tarifi olarak kullanıyormuşuz.

- nasıl yani?

- şimdi, orospunun çocuğu olarak büyümeyi düşünebiliyor musunuz? sürekli aşağılanarak, sürekli hor görülerek. üstelik annenizi reddetseniz bile kurtulamıyorsunuz bu durumdan. yaşam çok acımasız sayın connecticut, ülke bile değiştirseniz birisi öğrenip çarpıyor suratınıza annenizin orospu olduğunu. sonra içinizi bir kin kaplıyor. bütün dünyadan öç alma hissiyatı ile hareket ediyorsunuz. bütün etik yargılardan muaf hissediyorsunuz artık kendinizi. çünkü alınacak bir öcünüz var, yaşamdan ve dünyadan; sizi sürekli aşağılayan herşeyden ve herkesten almanız gereken bir öç var. sonrasında herşeyi yapma, her boku yeme hakkını görüyorsunuz kendinizde, işte, o zaman gerçek bir orospu çocuğu olarak devam ediyorsunuz yaşamınıza.

- yani kişi, kendisini var etmenin başka bir yolunu seçiyor...

- evet, ilk bakışta öyle görünüyor. fakat bir yeri kaçırıyorsunuz, bu adamların çoğunun annesi pratikte orospuluk yapmıyor. yani bu ruh haline girmeleri için maddi bir neden yok aslında.

- ee, o zaman?

- bilemiyorum, belki mutsuz bir aile yaşamları var. belki annelerini bir orospu olarak görüyorlar. bilmiyorum, kolay girilecek bir ruh hali değil yani...

- tamam da, sizin durumunuzu nasıl açıklayabiliriz?

- ha ha ha, sanırım dışardan pek de net görünmüyor. bizim gibilerin durumu ortama uyum çabasından öteye geçemiyor. yani orospunun çocuğu olmayı ruhunuzda hissedemiyorsanız yapabileceğiniz fazla bir şey yok.

- peki, biz sizin bir beyanatınız üzerine buradayız. çok ilginç bir çıkışınız oldu. bayağı da tepki gördü. fakat, sizin tavırlarınızdan anladığım kadarıyla bundan çok eminsiniz. "dünya üzerinde orospu çocuğu betimlemesinin tüm özelliklerini taşıyan birilerinin" bu ülkede olduğu iddiasındasınız. zaten biz de bu konuyu araştırmak için burdayız.

- evet, her zaman olduğu gibi bu lafımın arkasındayım, tazminat ödemek falan da ilgilendirmiyor beni. şu an büyük bir bilimsel sorumluluğun üzerimde olduğunu hissediyorum. ve kimse benden galileo'nun attığı geri adımı atmamı beklemesin!

- anlıyorum, bu konuşmayı burada bitirmek niyetindeyim. başınızın ağrımaması için diğer gözlemlerinizi bu röportaja almayacağım.

- incelikli bir düşünceniz var. ama benim pek bi korkum yok. o. çocuğundan korkan o. çocuğu olsun!..

- teşekkürler efendim...

I. batmadan önce yüz fırça darbesi


aslında herşey bir yiğit özgür(1) karikatürü tasarlamam ile başladı, yiğit bey oğluma bir espri bulmuş idim, şöyleydi:

patron, elinde boya fırçası ile sürekli aşağı inen firma satış grafiğini incelemekte ve ileri geri fırçasını savurmaktaydı. o sırada sekreter nazan hanım içeri dalar ve "aa, ahmet bey, ne yapıyorsunuz öyle" deyiverir.

- batmadan önce yüz fırça darbesi(2), der patron ahmet bey.

- yatmadan önce değil miydi o, diye yanıtlar sekreter nazan hanım.

- istersen öyle de olur, der ahmet bey umursamaz bir tavırla.

batmadan önce yüz fırça darbesi...

yatmadan önce bin sırça köşk...

uykudan önce... adile naşit...

ölmeden önce...

bir cumartesi eğlencesinden de eksik kalmamalıymışız, öyle dedi kız arkadaşım. evden dışarı çıktığımızda kendimizden geçmiştik zaten. pek eğlenceli olduğu söylenen mekana daldığımızda, ben her zamanki gibi, "ne işimiz var yavu burada" bakışı ile etrafı süzerken, manita "hadi gidiyoruz" dedi. "n'oldu" dedim. "baksana, turist dolu burası, hepsi de bağırarak konuşuyor" dedi. "o almanlar kafamı sikeceğine eve gidip sevişiriz."

bu sözü pek nazik bir iltifat olarak algıladım. bu kadını bu yüzden seviyordum. nerede durulacağını, nereden gidileceğini biliyordu. kafam yine muhasebeye dalmıştı, neden kadınlar bu denklemi çözemiyordu, üstelik bu kadar kolayken.

henri'ye(3) rastladığımızda kafası bi'dünyaydı, nereden geldiğini bile hatırlamıyordu. koluna girdim, ama sanırım yine bir yosmanın peşindeydi. bizimle gelmek istemiyordu. "dünya dönüyor, sen ne dersen de" dedi. "bir şey dediğim yok, dönsün" dedim. onu bir köşede bıraktım, kendisini bu kadar hırpalamamasını salık verdim. coşkulu yüzünü bana döndürdü ve:

- trajedi, insanın kendi yüzündeki umutsuzluk izlerini görememesidir, dedi.

onu hemen oracıkta bıraktım, ağır bir küfür savurmuş gibi geldi bana.

eğlenmek için epey tırmaladık, ama ne mümkün. her yerde ayrı bir ayarsızlık yüzümüze çarpıyordu. sonunda yine kendimizi caddede bulduk. eve gitmek istediğini söyledi benim kız. onu evine bırakıp döndüğümde ateş binbeşyüz olmuştu bende. sıtma titremesine tutulmadan önce eve dönmek istiyordum. dolmuş'a attım kendimi hemen. arkadaki dört kişilik koltukta üç kız ve bir oğlan oturuyordu. kızlar bağırarak bir şeyler anlatıyordu. "keşke manitayı evine bırakmasaydım" dedim kendi kendime, " bunlar kafamı sikeceğine..."

arkadaki kızlardan biri, "yaaa, çok komik" dedi, " aslında trajik."

sanırım kız, komikle trajiği ayırdedemiyordu. "herşey biraz traji-komik değil midir" dedim kendi kendime, gülümsedim. kızların yanındaki çocuk ise sürekli gülüyordu zaten. üçün biri'ni alacağından emin olmalı.

o sırada henri'yi hatırladım:

- trajedi, insanın kendi yüzündeki umutsuzluk izlerini görememesidir!

II. kestane kebap yemesi sevap


tapu-kadastro'da ne işim vardı benim? tamam, babam ölmüştü, ama neden her babası ölen soluğu tapu-kadastro'da alsın ki? annem o kadar kafamı ütülemeseydi elbette yolum düşmezdi buraya. zaten veraset belgesini alana kadar adliyede epeyce sürünmüştüm. herşey akıldışıydı buralarda, hiçbir şeyi çözmek mümkün değildi. "şunu getir" diyordu memur, "ne yapacaksın onu" diye soramıyordun. sorarsan pek sert bakıyorlardı yüzüne, kızarıyordun.

bu silik memurun işimi halledeceğinden pek de emin değildim. dahası bir şeyler yapıyor mu, zaman mı geçiriyor belli değildi.

- franz(4), dedim, biraz acelem var, yetişir mi bu işler bugüne?

- bilmem, dedi, şato'da işler senin bildiğin gibi yürümez.

- yav bırak şimdi geyiği, dedim, hakkaten, uzun sürecekse mustafa abi'ye gidip bir kebap yelleteyim.

- valla benim elimden gelen bir şey yok. ne diyorlarsa onu yapıyoruz, dedi franz.

bu astımlı çocuğa iyice gıcık olmuştum. bir şey becerdiği yoktu. tam bir memurdu işte. rüşvet versen almazdı üstelik. ilk masadaki şişkoya gitmeliydim en baştan. ah, aptal kafam!

beklemekten başka çare yoktu. inceden bir türkü mırıldanıyordu franz, bu da benim sinirimi iyice dellendiriyordu, bir ara;

- yaşam bir çıkmazdır, ölüm bir çıkmaz.

dediğini duydum.

III. ölmeden önce: adile naşit


eve döndüğümde kafam pırıl pırıldı. hisseli tapumu ele geçirmiştim sonunda. biraz yorgundum ama bir iş başarmış adamın kibiri üzerimdeydi. kanepeye uzanıp zap aletinde 3 numaraya tuşladım. bbc'de john(5), bir adamı çağırıp, van gogh'un "buğday tarlası ve kargalar" isimli tablosunu göstermekteydi. elimdeki tapuyu havaya savurarak, "o tarla benim" diye haykırdım. üstüne de bir güzel kahkaha boca ettim. john, konuğuna, bu resimde ne gördüğünü soruyordu, konuğu da zırvalıyordu, "şunu gördüm, o da yetmedi bunu gördüm."

john, bu tablonun van gogh'un ölmeden önce yaptığı son resim olduğunu söyledi sonra. yerimden fırlayarak tekrar haykırdım:

- ölmeden önce yüz fırça darbesi!

dipnotlar:


1.


yiğit özgür, limon ve devamı olan (leman, penguen, kemik vs.) mizah dergilerinin üniversite kantini ve öğrenci bar ve kahvelerinde, karikatürlerini birbirlerine anlatan gençlerin eğlenmesini sağlayan çizer cemaatinin sonuncusudur. bu gençlerin olduğu yerde, "abi yiğit özgür bu hafta şunu çizmiş, altıma sıçtım valla. olum, onu bırak asıl geçen haftaki dede nasıldı? türü geyikler eksik olmaz. kendimi de -gençlik ateşini bir türlü terk eyleyemediğimden- arada bir bu geyiklerde bulurum.

bu gencecik vatan evladımız da, kendisinden öncekiler (ahmet yılmaz, selçuk erdem, kaan ertem, cem yılmaz, tuncay akgün vd.) gibi, bu geyiklerin içinde kaybolup gidecek, kendisini tekrar etmekten kurtulamayacaktır üzüntüyle karışık gözlemimde. elbette kulaklarımızda adı "hoş bir sada" olarak kalacaktır kalmasına, ancak bu memleket ismail dümbüllü'yü zaten geçtik, yeni bir oğuz aral'ı ne zaman yaratacaktır, bilinmez, görülmez, duyulmaz, üçmaymuncuk.

2.


efendim, dünya cemaati melissa pırlanta isimli gencecik ve hanım hanımcık kızımızın cinsel faaliyetlerini inceleme konusunda ne istekliymiş, bilemedik. nitekim bu pırıl pırıl kızımızın "yatmadan önce yüz fırça darbesi" ismiyle maruf eseri, tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de "bomba" etkisi yaptı. ben kendisiyle daha önce birkaç gece geçirdiğimden kitabın içeriği konusunda da pek meraklı olmadım. velakin, dikkatli okur metinde geçen espride bu kitaba gönderme yapıldığını rahatlıkla anlayacaktır ama biz yine de denyoluğu elden bırakmayıp dipnot olarak düşme gerekliliği duyduk.

3.


buradaki henri, kuşku yok ki, edebiyat dünyasının nadide kişiliklerinden henri miller'dir. bunun birası da vardır ve "kılap" adı verilen ortamlarda çok tüketilir. ben tadını üre'ye benzettiğimden pek hazetmem.

ve fekat, bu henri ile kadim dostluğumuz vardır. densiz denyonun tekidir ama zehir gibi çocuktur. aslında okula devam etse rahatlıkla "boğaziçi elektrik-elektronik"i kazanırdı ama gençlik ateşi onu yollara vurdu. paris'te rastladığımda elinde küçük bir defter, bir şeyler karalıyordu. elinden tuttum, anais'e götürdüm. anais, o şahane kadın, yazar çizer takımı hepimizin dostuydu. henri'den de ilgisini esirgemedi. henri de o yılan zehiri dilini esirgemedi, yazdı da yazdı.

sonraları benim kıskançlığım yüzünden dostluğumuzun yürümediği söylentisi çıktı ortamlarda ama bu doğru değildi. yani, onu kıskandığım doğruydu ama dostluğumuzu bozan bir kız meselesiydi. (bu henri denyosu kız bana gönlünü kaptırınca çok bozulmuştu.) neyse, acı anıları deşmenin anlamı yok. evet, derin bir kıskançlık duyuyordum henri'ye. "kara bahar" isimli kitabının kapağında onun yerine benim adımın yazmasını nasıl da isterdim.

yo, madem başladık, herşeyi anlatalım: evet, yalnızca yazılarını değil, yaşamını da kıskanırdım. o herşeye ilgisiz, o düzenbaz pezevengin, en derin dünya mevzularını iki satırda nasıl da çözdüğünü gördükçe çıldırırdım. hiçbir şeyin altında ezilmeyen, her aleme kolayca uyabilen bu şeytan beni deli ederdi. hiçbir şeyi iplemeyen, burjuva ahlakının köküne kibrit suyu dökmek için tutuşan bu kalembaz, yeterince anlaşılamadı kanımca.

henri, kadınların bacak aralarına düşkündü belki, ama sokakta yürüyen birinden ne daha fazla ne de daha az. yine de onun yazıları pornografik bulunur. halbuki, "cinsellik dünyam" isimli eserinde "sevişme" mevzusuna son derece insancıl bir yaklaşım getirir. ah sevgili dostum henri, seni bir tek ben anladım, ama sen, sen beni iplemedin, yavşak henri, cehennemlerde cayır cayır yanasın e mi! pis ceyar seni!

bir de fyodor puştu var senin gibi kıskandığım. dostoyevski müstear ismiyle epey ünlenmişti bir aralar. şimdilerde ne yapar, nerdedir, görmedim uzun zamandır.

4.


yolum düşüp tapu-kadastro'dan geçmez olaydım, bilmez olaydım, o lanetli adını, görmez olaydım yazılarını. ah, max pezevengi, bu cüzzamlının bütün kitaplarını yakmalıydın. tek bir satır kalmamacasına, külleri denize savrulasıya kadar ateşin başında beklemeliydin. ah max, günahın o kadar büyük ki, tanrıdan ne kadar af dilesen boşuna.

5.


john berger, bbc'deki programında van gogh'un "buğday tarlası ve kargalar" tablosunu gösterir ve izleyenler arasından birilerini seçerek, tabloda neler gördüklerini sorar. denekler bir şeyler zırvalar, "mısır gördüm, darı gördüm, kuş gördüm, sarı gördüm, zaten van gogh sarıyı pek severdi," falan. sonra john, bu tablonun van gogh'un ölmeden önce yaptığı son resim olduğunu söyleyerek deneklere tekrar ne gördüklerini sorar: "karanlığı gördüm, umutsuzluğu gördüm, çaresizliği gördüm, acıyı gördüm, yokoluşu gördüm" falan diye değişir yanıtlar. deneklerin iki dakkada fikir değiştiren denyolar olmalarına karşın john berger, bu deneylerini daha sonra "görme biçimleri" adıyla kitaplaştırmakta bir beis görmemiştir. yazar, burada bu olaya gönderme yapmaktadır rahatlıkla farkedileceği gibi.

metinde olmayan dipnotlar


1.


dikkatli okur şu soruyu sormadan rahat edemeyecektir: "yav bu denyo yazar, üç satır karalamış, sonra altına beş sayfa dipnot yazmış."

evet sevgili okur, senin de dikkatini çektiği gibi edebiyat alemine yepyeni bir soluk getirecek yepyeni bir biçim peşinde koşuyor yazar. aslında niyetim başkaydı. önceleri çarls bukovski ile tuna kiremitçi karışımı bir eser vermek istiyordum. (siktir git kendini çok sevdirmeden!) genç kızlarımız ikisini de seviyordu nitekim. o zaman ortaya çıkaracağım karışım, seylan çayı ile örl grey tea karışımı etkisi yapacaktı genç kızlarımızın yüreciğinde (votka-redbull da olabilir). böylece sinsi ve gizli bir planı yürürlüğe koydum. sanat dünyasında altın yaldız gibi parlamama ramak kalmıştı. fakat herşeyden çabuk vazgeçen biçare gönlüm çok geçmeden beyhude bir çaba içinde olduğumu fısıldadı bana.

böylelikle yeni bir arayışa girmek zorunda kaldım. biraz daha karıştırdım külliyatı. ama herşey denenmiş, her söz söylenmiş gibiydi. tam umutsuzluğa kapılmak üzereydim ki, ampül kafamda bembeyaz oldu. evet, denenmemiş şeyler vardı, söylenmemiş sözler vardı. işte o zaman yeniden yazmaya başladım. fakat biçim konusunda değişik bir arayış içindeydim. önceleri üç farklı öyküyü tek romanda anlatmayı denemeye karar verdim. yok, hayır, öyle iç içe geçirerek değil. tamamen bölerek, bir anda diğer öyküye geçerek. her bölüm kendi içerisinde numaralanacaktı. isteyen baştan sona bir öyküyü, isteyen de karışarak devam eden öyküleri okuyabilecekti. örneğin bir öykü 1. 2. 3. diye diğer öykü a. b. c. diye numaralanacaktı ve bunlar tamamen karıştırılacaktı. tek öyküyü okumak isteyen okur bile kitap sayfalarını epeyce karıştırmak ve yazara küfretmek zorunda kalacaktı. arkana yaslanıp kitap okumaktan vazgeçmeliydin sevgili okur, her türlü konforu edebiyattan kovmalıyız!

yoksa sayfaları tamamen mi karıştırsam? evet, bu da bir yöntem, hınzırca. sevgili okur, tam arka sayfayı çeviriyorsun devamını okumak için ve bingooo, başka bir şey başlıyor. şaşırdın değil mi? ara bul bakalım, senin okuduğun yer nerede devam ediyor. heh heh, sana bu kazığı atacağımı düşünemedin değil mi? halbuki az önce, "aha, şimdi kız çocuğa aşık olacak" diye öngörülerde bulunuyordun kendinden emin. bul bakalım öykünün devamını da kim kime aşık oluyor bir gör!

2.


dipnotların arka sayfalara atılması da müthiş bir buluş. tam kendini kaptırmış okuyorsun, ama o da ne, 1. dipnot. nerede açıklaması, sayfanın altında değil mi? gözünü sayfanın altına kaydırıyorsun ve orada olmadığını görüyorsun. bölüm sonunu buluyorsun, orada da yok, en arka sayfaya gidiyorsun, işte orada. okuyorsun ve sinirleniyorsun:

"leb: eski dilde dudak anlamında."

"yuh", diyorsun kendi kendine, "üç saattir dipnot arıyorum, yazan şeye bak. sanki ben bilmiyordum leb'i, leblebi'yi!"

işte sevgili okur, senin bu acını görünce, kendi kendime dedim ki; dipnotları uzun tutayım. yepyeni, bambaşka bir şey anlatsın. sevgideğer okurum, arka sayfaya gidip okuduğu şeyden memnun kalsın. "ooh, iyi oldu, uzunca okudum" desin, "iki üç kelime, saçmasapan bir şey vardır sanıyordum halbuki orada" desin. sevinsin, mutlu olsun, pırıl pırıl olsun benim canım okurum! değil mi ki beni siz yarattınız!

sevgili okur, niyetimi belki anladın, belki anlamadın; asıl niyetim, dipnot'a itibarını iade etmek. hor görülen, çoğu okurun okumaktan bile kaçındığı o küçük puntolarla yazılmış metinlere yepyeni bir anlam kazandırmak, dahası, dipnotlar vasıtasıyla ana metin üzerinde bir yabancılaşma efekti yaratmak.

bu pek devrimci, bu pek gözüpek, bu her türlü övgüye mazhar olan çabamı pipiler misin, pipilemez misin, senin bileceğin iş. ama ben işi azıtıp bir "dipnot marşı" bile yazdım, haberin ola!

dipnot'tur bizim adımız
her kitapta biz de varız
metne anlam veren biziz
neden görmezden geliniriz


neden onca zaman poli(1)'nin peşinden koştum, şimdi de bulamıyorum. evet, güzel bir kızdı ve çok sevimliydi. sarı saçları rüzgarda dalgalanırken ona karşı ilgisiz kalmak imkansızdı. herşeye karşı sonsuz bir iyimserliği vardı. onun yanında kendini her zaman iyi hissedebilirdin. "olsun" derdi, "daha kötüsü de olabilirdi."

yine de benim katlanamayacağım çok şey vardı onda. hele de o cadaloz ikiz kardeşi, o sersem anna. poli ne kadar iyimser ve sempatik ise, anna o kadar kötü ve iticiydi, poli ne kadar pırıl pırıl aydınlık ise anna o derece karanlıktı.

poli, "olsun" dedikçe, anna "olmasın" diye düzeltiyordu.

poli'nin iyicilliği de katlanılmazdı belki ama anna'ya katlanmak mümkün değildi. yine de poli'yi elde etmek istiyordum. belki onun popülaritesiydi beni çeken, belki yaşamımı kolaylaştırma çabası. ama anna oldukça hiçbir şeyin kolaylaşacağı da yoktu. hiç anlaşamamalarına karşın hep birlikteydiler üstelik. poli, anna'yı bir türlü ayırmıyordu yanından.

sonunda şahane planımı yaptım. evet, o gece poli'yi dansa davet edecektim ve o tatlı diliyle "olsun" diyecekti elbet. arkadaşım cin ali'yi de yanıma alacaktım. cin ali, varoluş sorunları ile uğraşan sivilceli bir çocuktu. tam anna'ya göreydi. anna, cin ali'nin varoluş sorunlarına kötümser yorumlar getirmekle meşgul olurken, ben poli'yle işi pişirecektim.

evet, herşey gerçekten iyi gidiyordu. cin ali, anna'yı lafa tutmayı başarmıştı ve bunu benim için değil isteyerek yapıyordu üstelik. bense poli'yle dans pistini aşındırıp iyice yakınlaşmaya çalışıyordum. sonunda cin ali'yle anna'yı varoluşun kötülükleri üzerine sohbetlerinde bırakıp poli'nin varoluşunu kucaklamak niyetindeydim.

ama yaşam planlara pek sıcak bakmaz. tersliğin nerede başladığını bile farketmemiştim. poli'ye sımsıkı sarılmış çılgınca dansediyordum. ama poli'nin elimden kurtulup masaya yönelmesi bir oldu. sanırım cin ali de anna'nın varoluşunu kutlamak niyetindeydi ve anna her zamanki olumsuz tavrıyla "olmasın" demişti. bu da bizim masada benim farkedemediğim bir arbedeye yol açmıştı. ama poli, o iyilik meleğinin olaya ilgisiz kalması düşünülemezdi elbet.

sinirim tepemdeydi, herşeyden çok da poli'ye sinirliydim. bir kere olsun, birilerini düşünmeyi bırakıp benimle ilgilenemez miydi? poli'nin katlanılmaz yanlarını göstermesi açısından belki iyi oldu o gece, yine de herşeyin yolunda gitmesini yeğlerdim doğrusu.

böylelikle, bir süredir ertelediğim kuzey yolculuğuna çıktım. bu aptal kasabada hayatımı geçirmek için bir nedenim yoktu artık. yeni maceralar genç ruhumu bekliyordu. anna haklıydı belki de, birçok şey olmasa daha iyiydi. üstelik yeni planlarıma daha adil yaklaşabilirdi belki de yaşam...

hazin haber birkaç ay sonra geldi postadan. bir grup maganda, poli ve anna'yı dağa kaldırıp bir hafta tecavüz etmişti. zorlukla magandaların elinden kurtulmuşlar ve eve dönerken poli, "olsun, hiç olmazsa dağ havası almış olduk" demişti. bu söz, anna'nın kötümser ruhuna bile dayanılmaz gelmiş ve eve döner dönmez kendini intihar etmişti.

poli'nin, o iyimser ve sürekli gülen kızcağızın, anna'nın mezarı başında günlerce ağladığını anlattılar. artık "tek" başınaydı poli. artık ömrünün geri kalanını, diğer yarısını aramakla geçirecekti.

(1) y ispanyolca'da "ve, ile" anlamlarına geliyor. yazar, burada
"poli y anna" şeklinde şık bir söz oyunu yapıyor ki ona yakışan da budur.