Background
“Okumak insanın kendi kafası yerine
başka
 birinin kafasıyla düşünmesidir. 
Halbuki gerçek anlamıyla düşünmek
 isteyen kişi,
tabiata, dünyaya bakmalıdır;
 ilhamını oradan almalıdır, 
özgün bir düşünce ortaya koymak için.”

Arthur Schopenhauer



 Bu yazı, kitaplar üzerine serilen kutsallık perdesini aralamayı amaçlıyor. Gerçekten kutsal kitaplar bir yana, kitap denildiğinde kutsal bir algı oluşuyor insan belleğinde. Çağdaş insan kitap okuyan, kitaba değer veren bir mahlukat olarak değerlendiriliyor. Dönemin değerlerine göre elinde kitapla dolaşmak da bir nevi entelektüellik göstergesi. İyi ama kitaba atfedilen bu kutsallık nereden geliyor? Evet, insanlık birikiminin aktarıldığı kitaplar var, inkar edecek değilim. Ancak özellikle günümüzde edebiyat sanatını da pop kültürden ayırmak ne kadar mümkün? Pop kültürde iyiler/kötüler, kaliteliler/kalitesizler ayrımı; kitap sözkonusu olduğunda çoğu zaman es geçiliyor. Çünkü kitap önceden kutsanmış bir nesne, tanrı tarafından üstelik. O ki “Yaradan Rab’binin adıyla oku!” demişti. Şimdi ne idüğüne bakmadan Yaradan Rab’bin adıyla okuyoruz. Okuduğumuzu da kolaylıkla kabulleniyoruz. Öyle ya, kitap yazmış bunları, boş beleş laflar değil sonuçta.

önce söz vardı ve söz tanrıyla beraberdi ve söz tanrıydı!

Kitab-ı Mukaddes’ten bu sözler.  Bu sözler kitaptan. Söz kitaba girince ne kadar etkileyici oluyor, farkında mısınız? Evet, kitaplar açıkça bilgi ve düşünce dikte ediyorlar. Farkında olmadan okuyoruz, Sonra mesela “Nerden biliyorsun?” diyene, “kitapta okudum” diyoruz. Hele de yazarın şöle kallavi bir titri varsa peygamber gelse bizi  yolumuzdan çeviremez oluyor.

Evet, önce söz vardı. İnsan gırtlağında boğumlanan anlamsız sesler daha doğrusu. Zamanla aynı hareketi aynı sesle desteklemekle sözler oluştu. Tapınak ve depolarda bulunan malları kaydetmek amacıyla yazıyı keşfeden Sümerli rahipler, kuşkusuz insanlık tarihinin en önemli buluşunu keşfettiklerinin farkında değildi. Nitekim depolardaki malları kaydetmek için keşfedilen yazı; insanlık tarihinin birikimlerini depolamanın ve ileriki kuşaklara aktarmanın en iyi yolu haline geldi. Yine de yazı henüz gerçek işlevine kavuşmuş değildi. Bu işlevi gerçekleştirmek için yüzyıllar boyu Johannes Gutenberg’in modern anlamda matbaayı keşfetmesini beklemek zorunda kaldı.

Gutenberg, ortağı Fust ile birlikte 1455’te ilk “Kutsal Kitap”ı bastığında, kitaplar üzerine yayılan parıltılı hale de ortaya çıkmış oluyordu. Nitekim bastıkları ilk kitap Latince “Mazarin Kutsal Kitabı” idi. (Kırk İki Satırlı Kutsal Kitap olarak da biliniyor.) Baskı tekniğinin gelişmesiyle kitaplar, insanları yönlendirmenin ve etkilemenin en önemli aracı haline geldi.

Kitabın bu etkisi yeni değildi elbette. Nitekim İskenderiye Kütüphanesi’nin yakılışında da kitabın bu etkisi önemli rol oynamış görünüyor. Baskın görüşe göre kütüphanenin, çıkan çeşitli fanatik görüşler nedeniyle, antik Pagan tapınakları ve yapıların imhası sırasında Hıristiyanlar tarafından yakıldığı yönündedir. İmparator I. Theodosius, valiye başka büyük şehirlere göre eski dinin İskenderiye’de hala neden bu kadar canlı olarak devam ettiğini sorunca, vali, buna sebep olarak İskenderiye Kütüphanesi’nin eski putperestlik kültürünü devam ettiren kitaplarını ileri sürdü. İmparator, bunun üzerine hepsinin yok edilmesini emretti. Buradan da görülebileceği gibi kitaplar, belirli bir düşüncenin korunması için ciddi bir rol oynadığı kadar, doğuşu ve yayılmasında da en önemli araç oluyor.

Kitabın etkisinin en net görüntüsü sanırım kutsal kitaplar. Bugüne kadar 4 adet resul (kitaplı peygamber) gönderildiği İslam inanışının benimseyişidir. Ancak bugüne kadar herhalde binlerce dinsel inanış yeryüzünden geçmiştir. Bakıyoruz ki, bu kitaplı dinlerin yaygınlığına ulaşabilen başka bir inanış yok. Bu da kitabın gücüne önemli bir kanıttır. Şimdi bu kitaplı dinler arasında da ilginç bir olay var. Aslen Davud’un bir kitabı yok, şarkıları var. O sebepten Davudi’lik diye bir din de yok.

Bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti.

Bu da bir kitaptan alıntı. Kitap, gizli bir reklam içeriyor ve her an bir kitabın karşınıza çıkıp hayatınızı değiştirebileceğini söylüyor. Bu konuda en ciddi aday da kendisi. Bu kitabı okuyun, hayatınız değişsin diyor. Üç kuruşluk aklı olan da hayatını değiştirmeye koşturuyor.  Giderek yazı egemen oluyor bize, kitaplar diktatör. Sahi, Adnan Hoca’nın o kadar kitabı neden bedava dağıttığını sanıyorsunuz.  Bir yerde söylese bunları “ulen deli saçması bunlar” der geçer millet. Ama kitap bu, yalan söyleyecek değil ya abiler!.. En saçma sözleri bile bir kitap kapağına toplasanız itibar görür hale geliyor. neden? Çünkü kitap efendim! Bir nevi kitap’a tapma durumu.

Kendim de yaşıyorum, bir kitap okurken. Okuyorum; “tabi ya, öyle tabi” diyorum, okumaya devam ederken kafamı kurcalamaya başlıyor az önce “tabi ya, öyle tabi” dediğim kısım. Geri dönüp okuyorum, “ne diyor yav bu” deyip daha dikkatli bakıyorum, sonra bir daha okuyorum. “Hadi len” diyorum. En sonunda okumayı bıraktım bu durumdan sıkılıp. Her saniye diken üzerinde de kitap okunmaz ki ama arkadaş!

Şunun şurasında kitap denen hadisenin bu denli yaygın basımı ve okunmasının evveliyatı 200-250 sene ancak var. İnsanlık tarihi ise binlerce yıllık bir mesafe. İşte bu son 200-250 seneye girene kadar, yani kitapların hızlı çoğaltım ve dağıtımının mümkün olmasına kadar mutlu mesut (ya da her ne ise) yaşayan insan soyu, kitaplarla birlikte herşeyi berbat etmiş bulunuyor. Kitapların böyle yaygın dağıtımıyla ortaya çıkan 2 sonuç var: Bilginin birikimi ve dağıtımı kolaylaştığından hızlı bir ilerleme ve bunun sonucu ortaya çıkan gelişmelerin insan popülasyonunun hızlı artışı ve sonuçta da bugün küresel iklim sorunlarıyla karşı karşıya kalışımız. Bu sonuç biraz teknik bir durum olduğu için eninde sonunda varılacak yere biraz erken varmanın bi zararı yok belki.

Ancak ikinci sonuç; kitapla birlikte insanın şeyleşmesinin artaması ve yaygınlaşması sorunu es geçilebilir bir durum değil. Artık bir kitaptan referans almayan düşünce itibar bile görmüyor nerdeyse. Ya da yeni bir kitap olarak ortaya çıkması gerekiyor kaale alınmak için. Bu durum, kişinin özneden nesneye yolculuğunda şeyleşmesiyle sonuçlanıyor nitekim. İnsan okudukça kendisi gibi bunalan ve kendisi gibi düşünen nice kimse daha olduğunu öğrenmek dışında bir şey geçmiyor eline. Özgün düşüncelerini yitiriyor. Tabi ki bu durum için şu itiraz yapılabilir. Peki insan bu bilgiye sahip olmadığında da yanılsama içinde olmuyor mu? Olabilir, ama önemli olan ne olduğu değil, ne yaşandığıdır.

Sadece kitaplarla ilgili değil ama günümüzde bütün kültür üretiminin insanın yabancılaşmasına katkıda bulunmak dışında işlev görmediği düşüncesindeyim. Bugün kitap da dahil her tür üretim, bir etkinliğin (hareketin), bir dönüşümün parçası olmadığından ürün( meta) olmanın ötesine geçemiyor. Aslen bütün kitaplar, bildiklerimizi tekrarlamak dışında bir işe yaramıyor artık. Ol sebep, fantastik kurgular altın çağını yaşıyor. Derin “kültür ve düşünce pazarı” ise insanı, kendi gerçekliğinden uzaklaştırmak dışında bir işe yaramıyor. Bakalım ki bir kız elinde de Sartre’ın kitabı var. İşte, felsefe ilgilisi bir karşı cins! Ya gerisi; yani o cins o kitabı okuyup ne yapacak? Varoluşçu mu olacak? tamam olsun, peki ne değişecek? Aynı barlara gidip aynı yakışıklı oğlana aşık olmayacak mı bu genç kızımız? Şimdi, görüleceği gibi, ilginin oluşturduğu bir gerçeklik yok artık. Yani, okuyacak farklı bişey bulmak kolay ama yapacak farklı bişey yok maalesef. o zaman susuzluğunu dinle, Adam Fawer oku!

Bütün o arka kapak yazıları neden bu kadar reklamcı kalemiyle yazılıyor sanıyorsunuz? Çünkü okumak için “imaj hiçbirşeydir, susuzluk herşey” dışında bir nedenimiz yok artık…
[caption id="attachment_700" align="alignnone" width="570" caption="Josef Koudelka - "Gypsy boy""][/caption]

 

gidelim mi
gidelim

topla acılarını
topla
ne varsa
geri kalan

zaman
yola düşme

zamanı
şimdi

kimdi
aradığın

bulduğun
kimdi

şimdi
yollara
yeniden

kendini
aramak için

bıraktık
tık
tık
tık

bütün
yükümüzü
suya

bulduğun
yalnızca

şu ya:

her göçebe ruh, eninde sonunda bir çingeneye dönüşür!
[caption id="attachment_678" align="alignnone" width="608" caption="L'assassinat de Marat (vers 1880), Jean-Joseph Weerts (1847-1927), Roubaix, Musée d'Art et d'Industrie."][/caption]

siz aydın insanlarsınız, bizden değilsiniz. siz zehirlenmiş bir adamsınız. sizin için fikirler insanlardan daha önemli.

sizler bizimlesiniz ama bizimle değilsiniz! işte benim söyleyeceğim şey: aydınlar huzursuzluktan hoşlanıyorlar, yüzyıllardır ayaklanmaya alışmışlardır. isa nasıl idealist biriydi ve nasıl ilahi amaçlar uğruna ayaklandıysa, bütün aydınlar da bir hayal uğruna ayaklanıyorlar. idealistler ayaklanıyor, bütün değersizler, aşağı olanlar da onlarla birlikte ayaklanıyorlar. hepsinin ayaklanma nedeni kin ve nefrettir; çünkü hayatta bir yerleri olmadığını görüyorlar. işçi, devrim için ayaklanıyor. onun istediği iş aletlerinin, iş ürünlerinin adil bir şekilde bölünmesi. oysa iktidar makamını kesin olarak ele geçirdiğinde devletin varlığına tahammül edeceğini mi sanıyorsunuz? hepsi dağılacak ve herkes kendi hesabına sakin bir köşe kuracaktır.

teknik mi diyorsunuz? oysa teknik boynumuzdaki düğümü daha fazla sıkıyor. bizi daha sıkı bağlıyor. hayır, gereksiz yere çalışmaktan kurtulmalıyız. insan huzur istiyor. fabrikalar ve bilim huzur vermiyor. bir insanın yaşaması için hiç de o kadar şeye ihtiyacı yok! bana küçük bir ev gerekirken neden koca şehirler kurayım? toplu yaşanan yerlerde su kanallarına, kanalizasyona, elektriğe ihtiyaç vardır. bunlar olmadan yaşamayı bir deneyin bakalım. o kadar kolay olacak ki! hayır, bizde gereksiz olan o kadar çok şey var ki! bütün bunlar aydınların yüzünden. bu yüzden ben de diyorum ki aydınlar zararlı insanlardır.

yukarıdaki satırlar bizim iyi huylu maksimiç'in (maksim gorki) bir gece yarısı donmaktan kurtarıp evine götürdüğü bir fransız'ın kendisine söylediği sözler. "benim üniversitelerim" kitabında sözünü ettiği üniversitelerinden biri bu adam da. ben fransız'dan daha ileri gidip şöyle düşündüm:

evet, aydınlar ayaklanıyorlar bir ideal için ve aşağı halk kitlesi de onlarla birlikte ayaklanıyor. ya sonra? aydınlar ideallerini yaşama geçirmek için iktidarı ellerinde tutmak zorunda olduklarını görüyorlar. aslında onlar için gerçekten de halk kitlesinin huzuru yerine ideallerinin gerçeklik karşısında sınanması çok daha büyük bir anlam ifade ediyor. bu nedenle fransız devrimi'nde görüldüğü üzre korkunç bir terör uygulamaktan bile geri durmuyorlar.

marat'nın yargılamadan kurtulduktan sonra başına defne tacı geçirilip halkın omuzlarında gezdirilirken bağırdığı "yüz bin kelle istiyorum!" lafı da çok ironik bu sebeple. (bu arada devrimin önderlerinden robespierre'in kellesinin de araya karışması belki daha ironik!) ideallerle gerçeklik arasında büyük açı farkını yaratan aydınların bu tavrı belki de. ideallerin gerçekleşmesi için soyundukları "toplum mühendisliği" çoğu zaman trajediye dönüşüyor ve tarih bunun örnekleriyle dolu.

sanki bu fransız'a katılıyor gibiyim: aydınlar zararlı insanlardır!