Background

ayrıntılarda gizlenen insan portreleri - 1


evet efendim, atalarımız boş yere nefeslerini tüketmedikleri gibi boş yere de boş laf etmemişlerdir. nitekim "gerçekler ayrıntılarda gizlidir" tarzındaki laforizma bir atasözü değilse bile atasözünden çok daha değerlidir yeri geldiğinde. işte bu bölümde her gün belki de yüzlerce kez karşılaşıp da görmezden geldiğimiz insan portrelerine zoom tutacak ve o kahraman kişilerin acılarına ve sevinçlerine ortak olacağız. arada yemeklerine de ortak ederlerse bu yiğit kişiler bizleri, çok müteşekkir kalırız. ama etmezlerse de canları sağolsun, bu dünyada olduklarını bilmek bize yeter.

evet, ilk portremize geçelim:

son düzlükte otobüsü kaçıran adam

ah efendim, size ne desem bilmem. hani dünyada yüreciğimi paralayan bir şey varsa işte o da bu "son düzlükte otobüsü kaçıran adam"dır. düşünün, taa nirelerden koşup gelmiş, kendini bir anda araçların ortasına atarak can havliyle karşıya geçmiş ama işte o son 2-3 adımda otobüsün hareketine mani olamamış o insan, işte o yürekli kişi, hangi insan evladının taaa yüreğinin derinliklerine dokunmaz, söyleyin!

hani karşıdan doğru koşmasa da otobüse paralel koşsa var ya, el kol edip dikiz aynasından görüntülenebilecek ve büyük ihtimalle durdurabilecektir otobüsü ama onun şansı doğuştan yaver gitmemiştir zaten. karşıdan karşıya bodoslama geçerken ezilmediğine dua etse yeter de artar bile.

bakın bu "son düzlükte otobüsü kaçıran adam olmak" hiç de sanıldığı kadar kolay değildir. hani giden otobüsün ardından "hay anayın te encüğüne..." diye küfretmek bir nebze nefsi rahatlatabilir. ancak hemen ardından kendisine yönelmiş gözleri ile durak sakinleri ile karşılaşmak, kaçınılmaz bir sondur. hani az biraz nefes nefese kalması da önemli değildir ama işte şimdi kendisinde toplanmış bu çift gözler topluluğu ne düşünmektedir bilmiyor mudur bu yiğit kişi? herkesin kahramanı o anda o olmuştur birden. hani otobüsten umudu kesip de en azından durağa biraz sakin girse bütün bu sorunlar yaşanmayacaktır. ama işte o son 2-3 adım, bütün durağın ilgisini geri dönülmez bir biçimde bu adem evladına çevirmiştir. şimdi, her ne kadar aralarında konuşmasalar bile akıllarından geçirdikleri herhalde şudur: "vah vah, gencecik de oğlan, nasıl da kaçırdı 2 adımda arabayı, tüüü! acaba bir sonraki arabayı mı bekleyecek, yoksa o yönde bir otobüse binip aktarma mı yapacak?"

ohhh, işte durak bekleyenine de mevzu çıkmıştır şimdi. acaba ne yapacak son düzlükte otobüsü kaçıran adam? hani bu sersem bekleyenlerin böyle üzerinde düşündüklerini bilmese hiç kuşku yok yarım saat sonraki arabayı bekleyecektir bizimki. ama işte, bütün durağın ilgisi üzerindeyken aklıselim bir karara varmak da mümkün değildir. hatta durak bekleyenlerinin çoğu bekledikleri otobüslere binip gitmiş ve onların yerine yeni bekleyenler gelmiş olsalar bile bu bizim zavallı son düzlükte otobüsü kaçıran adam, yine de herkesin mevzuyu bildiğini düşünür. o sırada orda ortak hafıza kol gezinmektedir ve kusura bakmayın ama son düzlükte otobüsü kaçıran kişiyi faka bastırmak hiç de kolay değildir.

işte bu yiğit kişi, yalnızca durak bekleyenlerine olan saygısından dolayı ve aslında hiç de acelesi yokken binip gider o yönde ilk gelen otobüse. yüreği elvermez bu kadar insan işlerini güçlerini bırakıp kendisini düşünsünler. hani o son düzlükte kaçırdığı otobüs aslında ve gerçekte bu yiğit delikanlıyı kaçırmıştır. işte o kendisine yakışan bir vakar içinde gelen ilk otobüse binmektedir ve aktarma parası da durak bekleyenlerine feda olsundur.

güle güle son düzlükte otobüsü kaçıran adam, kalbimize kattığın sıcaklık ve yüzümüze kattığın azıcık tebessüm için sana ne kadar teşekkür etsek azdır. işlerin yolunda gitsin babayiğit kişi!.


mektup soundcloud.com'dan geldi. yüklediğim bir şarkıya copyright itirazı yapılması üzerine yayından kaldırıldığını bildiriyordu kısaca. durum sinirimi bozmakla kalmadı, bir süredir üzerinde düşündüğüm "ne işe yarar bu copyright?" sorusunu da tartışmaya açmama neden oldu.

bizde telif hakkı denilen ve orijinalinde kopyalama hakkı (kopya edinme de dahil) olarak bilinen bu olayın şöyle bir açıklaması var: efendim, adam sanatçı ya, hee, işte üretiyor ya, ee, işte rahatlıkla üretimine devam edebilmesi için boş zamana ve kafa rahatlığına ihtiyacı var ya, dee, işte o yüzden bu sanatkâr'ın yarattığı eserlerden geçinebilmesi gerekir ki bunları yapabilsin. tabi, bu kabaca bir açıklama, işin içine bu kişinin birlikte çalıştıkları kimselerin geçimlerinden tutun da, üretim masraflarına kadar her şey sokulabilir. durum biraz aristokrasi veya burjuvazinin desteğiyle üretimini garantiye alan sanatkâr'ın, kopyalama teknikleri geliştikçe kendi başına bağımsız üretimi için gayet açıklanabilir bir yöntem olarak görünüyor. ancak tabi ki tekelleşme boyutunda iş, yine dönüp dolaşıp asıl olarak yapım ve dağıtım tekellerinin kârlarıyla ilgili bir çerçeveye sıkışıyor. böylelikle kültür ürünü, varil başına fiyatı belirlenen bir meta'dan öte bir şey olamıyor.

bu çerçevede "kültür ihraç eden ülkeler topluluğu" (bu pazardan en fazla payı abd almak üzere) bu copyright mevzuunu bir cendere haline getiriyorlar hem kullanıcılar hem de ithalatçı ülkeler için. kullanıcının ürüne ulaşması sorunu ayrı olmak üzere, hali hazırda diğer ülkelerden sırf copyright mevzusundan dolayı bu ihracatçı beylerin kasasına ciddi miktarda para giriyor. kültür ürünlerine yazılım ve diğer ürünleri de eklediğimizde copyright pazarının boyutu oldukça büyüyor. nitekim, (yanlış hatırlamıyorsam) 2001 senesinde yapılan dünya ekonomik forumu'nda hindistan'ın başını çektiği bazı ülkeler, konuyu dillendirip telif ücretlerinin makul düzeye çekilmesi ve bu olana kadar da korsan yayınlarla mücadele konusunda isteksiz davranacaklarını bildirdiler. tabi bu çıkış, en büyük tüccar abd'nin sert direnişiyle karşılaştı ve bir daha da gündeme gelmedi.



öte yandan konu biraz çetrefilli. örneğin, hiçbir kazanç sağlamadan bir internet sitesine şarkı ekleyen ve yine bir kazanç sağlamadan yalnızca dinleyen kullanıcılar için copyright gerçekten saçma bir durum oluşturuken, bu paylaşımı ciddi bir kazanca dönüştüren site sahibinin durumu ayrı bir sıkıntı yaratıyor. yine de kullanıcılar, kendi paylaşım yöntemlerini geliştirerek bu durumu bertaraf edebiliyorlar. yine bu sayede, dünyanın her yanından her türlü üretime ulaşma olanağı oluşuyor. bu, çoğu zaman üreten olarak sanatkâr'ı herhangi bir zarara sokmadığı gibi, daha geniş bir tanınmışlık olanağı da sağlıyor. ancak yapım ve dağıtım tekelini elinde tutan beyler, kâr'dan yapacakları zararın boyutuyla ilgileniyorlar sadece.

bu konuda geçenlerde ilginç bazı gelişmeler de yaşadık. müyap'ın başvurusu üzerine myspace ve last.fm'e türkiye'den erişim engellendi bir süre. müyap'ın başında ise, eski "paylaşımcılarımızdan" bülent forta oturuyordu. merakım şu yönde ki, forta'yı müzik üreticisi yapan ve ada müzik'in adını duyurmasında en büyük pay sahibi olan onlarca kasetlik "dünya demokrasi şarkıları" serisi için kendileri tek kuruş telif ödemiş midir?

merak ettiğim bir diğer konu da lily allen'i kim susturdu? nitekim 2 sene evvel blog'unda "artık bu copyright mevzusunu yeniden tartışmanın zamanı geldi" diye yazan allen, kısa bir süre sonra blogunu kapatıverdi. tabi, komplo teorisine memleketten bolca aşina olduğumuz için hemen plak tekellerinin bu işin arkasında olduğu kanısına kapıldım :) işin şakası bir yana, bu tanınmışlıktaki bir şarkıcının ve bu sistemden gerçekten kâr eden birinin bu belirlemesi oldukça önemliydi. ancak bakalım bu tartışma hangi baharda başlayacak?

telif hakkı denilince halk ozanımın hüseyin çırakman'ın öyküsüyle konuyu kapatalım. çırakman'ın öyküsü, olaydaki çetrefili bir kez daha gözler önüne seriyor. "bugün bize hoşgeldiniz erenler" isimli türküsü hemen her gün trt'de çalınan çırakman'a akıl veriyorlar yıllar evvel, "yahu sen burda sersefilsin, türkülerin her yerde çalınıyor. git paranı istesene." çırakman varıyor trt'nin kapısına; telifini istiyor çalınan türkülerinin. kapıdan kovuyorlar tabi, "bundan sonra senin türkülerini de çalmıyoruz" diyerek :)

mahkemeye verdiği dilekçe şöyle başlıyor çırakman'ın:

arı gibi çiçeklerden bal yaptık
sinek geldi ona kondu hakim bey
halk'tan hak'tan ilham alım bol yaptık
onu kendisinin sandı hakim bey

sanatçının üretim sürecini ve üretimini korumak elbette önemli. ancak bugün, insani bir sistemle her türlü üretimin korunabileceği bir düzey var iken, hala tekellerin karı için barbarlığa varan düzenlemelere başvurmak akıl karı değil. çırakman'ın dilekçesinin sonunu dinleyelim:

hastayım derdime bakmıyor doktur
hakim bey vallahi derdimiz çoktur
benim hiçbir sosyal güvencem yoktur
nice ocak böyle söndü hakim bey


cehennemde bir mevsim
günahıma az gelir
açar isem şarabı
kulağıma saz gelir

ömür ise cehennem
ve cennet ölüm ise
dolarsa çilehanem
şu gönlüme haz gelir

komşunun tavuğu var
ki kendine kaz gelir
kiya denilen hıyar
bu haneye az gelir

ama bir de geldi mi
asit ile baz gelir
şu sedasız haneye
nerdeyse avaz gelir


Evrenselblok'ta Pan Monroe, Onur Akın'ı resmedip, "Bu tipin ülkeye vereceği ne var?" diye sorunca artık susmak kabiliyeti kalmamış oldu. Bu tip dediği devrimci-demokrat (ne demekse) şarkıcımız Onur Akın olmasa elbet söylenecek bir şey yok. Ama Onur Akın denince akan sular durulur buz olur bende.

Onur Akın'la ilk karşılaşmamız, 80 sonrası öğrenci hareketliliğine 1 Aralık Basın-Yayın işgali olarak geçen eylem sonrası yaşanan gözaltılardaydı. Her zamanki talihsizliğimle gözaltına alınmış olsam da, çevik otobüsünde şansım yaver gitti ve cüzzamlıymışım gibi kimse yanıma oturmadı. Böylelikle boş kalan koltuğa bir çevik kuvvet memuru kurulunca yol boyunca çok samimi bir sohbet geliştirdik. Öyle ki enseye tokat denilen türden bir muhabbet.

1. Şubeye vardığımızda bir garaj dolusu insanı başlarına montlarını geçirip çömeltilmiş halde bulduk. Az sonra davudi bir ses, "Bu bağlama kimin lan!" diye haykırınca ince ve ağlak bir ses "Benim" diye ortaya çıktı. İlkay Akkaya ile birlikte Grup Baran'dan tanıdığımız Onur Akın'dı bu. Davudi ses, onu çağırıp "Ne çalıyon lan sen bunla?" diye sorunca, "Müzik" deyiverdi tabi garibim. Tabi ki karşı taraf tatmin olmadı bundan ve "Nasıl müzik yani?" diye devam etti. "Özgün müzik" dedi Onur Akın. "Haaa" dedi sesin sahibi, "Ahmet Kaya gibi!" "Değil" dedi bizimki, "biraz daha farklı." Tabi tüm muhabbet sırasında da enseye tokat denilen türden samimiyet yaşanıyordu aralarında, tıpkı bizim otobüste diğer arkadaşla yaşadığımız gibi. Samimiyetin tek yanlı olması iyi değilse de, hiç olmamasından iyiydi.

Onur Akın büyüdü, özgün müzik yaptı. Ahmet Kaya'dan da biraz farklı yaptı gerçekten. O ağlak ve sızlak sesiyle, ağlak ve sızlak bir biçimde yaptı. Vedat Türkali'nin güzelim İstanbul şiirinin ırzına geçmekle kalmadı, "isssss.....taaa..aa.annn...bullllll" diye de bir yer ismi hediye etti memlekete. İşte, Pan Monroe'ye diyeceğim budur. Memlekete vereceği ne var bu tipin diye sormadan evvel düşünmek gerekir.

O vakitler Ahmet Kaya, daha o melun olay yaşanmadan devrimci-demokrat sol tarafından linç edilmişti. Arabesk deniyordu onun müziğine. Solcu gençler içinde abilerinden gizli dinleyenler de vardı. Hani Ahmet Kaya da öyle ipe sapa gelir şeyler yapmıyordu. O zamanlar henüz trafiğin tek yönlü olarak aktığı İstiklal Caddesi'ne ters şeritten girmiş, "İşte devrimcilik böyle olur" diye ünlemişti. Alpay'ın Fabrika Kızı'nın ön tarafına "Bir mavi otobüs gelirdi, seni alır giderdi, o mavi otobüs var yaaaa, seni alııırr giderdi" yazmakla altına da imzasını atıvermişti. Alpay da kendisinden 50 bin gayme koparmıştı böylelikle.

Ama işte Ahmet Kaya'nın naif hareketleri ve dönem açısından anlaşılabilecek şarkıları, sol'un seçkinci duruşuna yeterince tersti. Kaldı ki Ahmet Kaya, yapabildiği oranda geliştirdi müziğini. Ağlama Bebek'le, Şafak Türküsü'yle kalmadı. Ama nedense Onur Akın'ın onun en kötü şarkılarını bile kat kat aşan ağlak şarkıları aynı tepkiyi görmedi. Üstelik dönemsel olarak da açıklanabilir yanı yok iken bu şarkıların.

O gün, o davudi ses'e "Ahmet Kaya'dan farklı bir müzik" derken de tüm bunlara yaslanıyordu Onur Akın. Yıllar geçti, kör öldü, badem gözler görünmeye başladı. O mavi otobüs geldi, Ahmet Kaya'yı alıp gitti. Herkes Ahmet Kaya'cı oldu. Sol içinde bile Orhan Baba, Müslüm Dede sesleri rahatça ünleniyordu artık. Onur Akın da "farklı bir tavırla" Ahmet Kaya arkası ağlamaların vazgeçilmez elemanı oldu. Kılıçdaroğlu için yaptığı şarkının Ahmet Kaya şarkısıyla aynı çıkması da onu yıldırmadı. O kadar çok zaman geçirmişti ki Ahmet Abi'siyle, anne karnından bu yana Ahmet Kaya dinlemişti ki; insanın kulağında kalıyordu bazı sesler, böyle benzeşmeler olabiliyordu. Öyle dedi, "isssss....taaa..aa..an....bull" dedi.

Ve ona Pan Monroe, "Bu tipin ülkeye vereceği ne var?" dedi.  Şu adreste:

Soldaki ve Sağdaki, işine gelirse ikisi de soldaki
Cama cama... cama çıkma... sevdiğim... cama çıkma... sevdiğim...


yıllar evvel galatasaray'a gelmiş en iyi yabancılardan birini, adrian ilie'yi valencia'ya yolcu ediyoruz. kurt menecer becali, sözleşmesine "10 milyon doları getiren alır, gider" maddesini koydurmuş, valencia da bu parayı getirip alıp gitmişti işte. işte o tarihlerde elime aldığım ispanyol spor gazetesi marca'nın sayfalarından birinde görmüştüm bu başlığı: Qué me pasa doctor? (neyim var doktor? )

adrian ilie'nin valencia'da rüzgar gibi geçen ilk sezonundan sonra problemleri baş göstermişti. sonrasında hiv testleri pozitif çıktı ilie'nin,  aids taşıyıcısı olduğu anlaşıldı.  o rüzgar gibi geçen futbol hayatı, geri vitese düştü yavaş yavaş. beşiktaşı da ziyaret etti o geri viteslerinden birinde.

velhasıl taa o tarihlerde dilime takıldı benim bu "ki me pasa doktor?" sözü. ne güzel, ne ezgili bir soruştu o öyle? hani sevdiğime "ki me pasa doktor?" desem ne kadar sevdiğimi anlar mıydı, yoksa beni banlar mıydı, bilemem. ama benim içimde son derece hoşluk yaratıyordu bu söz: "ki me pasa doktor?"

hiç gerçekte kullanacağımı düşünmemiştim bu lafı. ama geçenlerde durduk yere her yanımdan kanamaya başlayınca doktorun yolunu tutup sordum: "Qué me pasa doctor?" bön bön baktı doktor yüzüme, halbuki bir doktorun daha bilgili olup "neyim var doktor?" sözünü yetmiş iki dilde birden anlamasını bekliyordum. bu beklentimde de haksız sayılmam. düşünsenize, bir anda kapınız çalındı ve karşınızda bir ispanyol. "ki me pasa doktor" diyor tabi ama kime diyor? anlayan var mı, dinleyen var mı? eh bu kafayla bizi avrupa birliği'ne almasalar yeri değil midir?

neyse, sonuçta ben bu güzelim lafı doktorun tam yüzüne söylemiş bulundum. ki me pasa doktor dedim doktora. içim bi güzel oldu, iyileşe durdum nerdeyse. fakat bu süreçte, dostluğun toplumsal sorumlulukları dediğim ve beni her defasında arkadaştan dosttan soğutan olaylar da başlamış oldu. hani 3 gündür durmadan kanıyorum ya, böle ağzımdan burnumdan kanlar boşanıveriyor ya! hah dedim, 3 haftalık ömrüm kaldı. tabi arayana sorana veyahut sanal ortamda darlayana "3 haftam kalmış" diye giriyorum geyiğe. ama her zaman eğlencenin dibine vurduğumuz kimseler bile ortalığı velveleye verip işin tadını kaçırmadılar mı? kaçırdılar! meğerse insan hastalığında geyik yapamıyormuş, meğerse güzelim dostları arkadaşları azcık neşesi varsa onu da kaçırmak için sözleşirlermiş bu durumda.

eh, sözleşsinler bakalım, ben doktorun huzuruna çıkıp "Qué me pasa doctor?" dedim mi? dedim! ee yeter de artar bu benim neşeme. zaten hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım. zati 3 haftam kalmış şurda :)


1986 yılı idi, madrid yeni dünya basketbol şampiyonası'na ev sahipliği yapıyor iken henüz hiçbir şeyin farkında değildik. hayır, drazan petrovic'in yıllar sonra -hayatının baharında- trafik kazasında öleceğini de bilmiyorduk, sabonis'in nba'ya gidip 40 yaşına kadar potaya top fırlatacağını da...

bildiğimiz, bu şampiyonaya 24 takımın katıldığı ve bunun tarihi bir rekor olduğuydu. turnuvanın kesin favorisi ise yugoslavya ve o olamaz ise sovyetler birliği idi. (abd, o sırada nba oyuncularının bu tip uluslararası organizasyonlarda oynaması yasak olduğundan kolej ligi oyuncuları ile geliyor ve pek de etkili olabilecek gibi görünmüyordu.)

bilmediğimiz başka şeyler de vardı. turnuvanın iki favorisi yarı finalde karşı karşıya gelecek ve unutulmaz bir maç çıkaracaklardı. yugoslav takımı 9 sayı öndeydi ve finale çıkması kesin gibiydi. maçın bitimine 52 saniye vardı ama o sırada hucüm süresi 30 saniye idi, bugünkü gibi taktik faul de yapamıyordunuz çünkü rakip takım, topu yandan oyuna sokma ile atış yapma arasında seçim yapma hakkına sahipti.

bu sırada sovyet oyuncular, yaşamın sihrini keşfetme uğraşı içine girdiler, herşey geri döndürülebilirdi, bitmiş bir maç bile; inanılmaz bir şey yaptılar, üçlük atıp rakipten topu tekrar kaptılar, yeniden üçlük gönderdiler potaya. kalan son 3 sayıyı kapatmak için vilade divac'ın hatalı yürümesini bekleyeceklerdi. ve divac da bu sihre kapılmış olacak ki hatalı yürüdü. bu son üçlük maçı uzatmaya, uzatma dakikaları da sscb'yi finale taşıyacaktı.



morali bir hayli bozulan yugoslavya, bronz madalya ile yetinecekti. biz ise finalde yaşayacağımız "şahane"den hala habersizdik. sovyet takımının abd karşısında gösteri maçına çıkacağına inancımız tamdı. maç saati geldiğinde abd koç'unun, 1,69'luk bugs'ı oyuna sürmesi neşemizi daha da arttırmıştı. herhalde abd koç'unun kazanma inancı sıfırdı ve muhteşem sovyet beşlisi karşısına bu bücürü sürmekte bir beis görmemişti.

abd koçunun bir sihirbaz olduğunu anlamamız uzun sürmedi. bu bugs isimli bücür, topu kaptığı gibi sahada ileri geri koşturuyor, her delikten geçiyor, topu asla rakibe bırakmıyordu. sovyet beşlisi, bu cüceyi kovalamaktan bitap düşmekle kalmamış, 25 sayı da geriye düşmüştü skor tabelasında.

artık bitime 5 dakika kalmıştı. sovyet koçu öfkeyle kenara gelmiş ve oyuncularına eliyle birtakım direktifler vermişti. n'olduysa ondan sonra oldu; sovyet beşlisi farkı hızla kapatıyordu, 20...17....15....10....8.....6....5.....2........ maçın bitimine 4 saniye kala 87-85 abd öndeydi.

işte, zamanın durduğu an budur: sovyet takımı zamanı durdurmak için faul yaptı. bitime 4 saniye vardı ve abd takımı topu yandan oyuna sokmayı seçti doğal olarak. iki kişi paslaşsa bitiyordu oyun.

ama öyle olmadı, top oyuna sokulurken sovyet oyuncu abd'liden önce tipledi, top havadaydı şimdi, bir başka sovyet oyuncu kaptı onu ve gong sesiyle birlikte potaya gönderdi.

kalbimiz durmak üzereydi, lanet olası top potada sektikten sonra tekrar çembere düştü ve çemberde dönmeye başladı... çemberin içine girerse sovyetler, dışına düşerse abd'liler havaya fırlayacaktı.

maç bitmişti ama top çemberde dönüp duruyordu, bir dakikaya yakın döndü top potada, zaman tamamen durmuştu. "4 saniye, 3 saniye, 2 saniye, 1 saniye" diye bağırarak geri sayan trt spikerinden bir süredir ses gelmiyordu, kalbinin durduğunu sandık. görüntü potaya kilitlenmişti, bizim gözlerimiz de, bütün oyuncular da, tribünler de...

görüntünün geri geldiği anda top çemberin dışına düştü, sovyet oyuncular yere yıkılırken abd'liler havaya fırladı.

biz ise zamanın durdurulabileceğini öğrenmemiz açısından çok önemli bir deneyimle, daha da ötesi güzel bir rüyadan uyanır gibi madrid'ten ayrıldık...


sene 1990'lardan bir sene, hangi sene acaba? neyse, hatırlayamadım. ökeme açılmış iü'de, kültür gani gani, kulüpçüler coşmuş. ama tabi, kulüp olayı bizi bozar deyü çöreklenmişiz ökeme'nin başına. kulüpçüler lak lak ederken veriyoruz sinema gösterimine, veriyoruz sergiye, sargıya. ulen dedik, bi de panel olayına girelim, can yücel'i de ökeme'ye getirmek nasip olsun.

neyse efendim, panel konusu nedir, şimdi hatırlameyom. bu can yücel var, kemal özer beyfendi var, bi vakitler insancıl dergisi'ni çıkararak gençler arasında çok gereksiz feci bir rüzgar yapmış cengiz gündoğdu var. kemal özer dedim de, geçen hafta vefat etti. iyi bir şair miydi bilemem de güzel bir insandı. ona da bir güle güle diyelim yeri gelmişken.

sonra efendim, bu can yücel içmeden durmuyor tabi, eee, alıyoruz votkayı, veriyoruz cin'e. bi de erken getirdik elemanı geyiğin dibine vururuz diye. fel fel fel, bişeyler anlatıyor can yücel, biz de eki eki eki şeklindeyiz. neyse, panel başlayacak diye bi koşu salonu toparlamaya çıktık, diğer panelistler de gelmiş, düzeni tertibi ayarlıycaz diye bizim kızcağızı da can yücel'in yanına bıraktık hostes hesabı. sonra efendim, son panelist olarak bunu almak için aşağı indiğimde bi baktım bizim kız merdivene oturmuş ağlıyor. ulen n'oldu diyorsam da tık yok. ee panel de başlayacak. aldım can yücel'i salona çıkardım, ee, bi de paneli şey ediyoruz. ama aklım kızda tabi, ne yaptı acaba bu pezevenk diye de pis pis kesiyorum can yücel'i.

neyse efendim, panel bitti, etraf günlük güneşlik, kız da ferahlamış açılmış. ben tabi konuyu açmadım tekrar. zaten sabahtan beri içmekten kafamız da kıyak. daha sonraları bir iki sordumsa da kıza n'oldu len o gün diye, bişey söylemedi. haaa, unutmadan; şu autonomia'nın anlattığı anektodu da sormuştu birisi panelde, "siz duygu asena'ya böle böle dediniz mi" diye. can yücel şöyle ellerini kımıl kımıl yapıp "olur mu öyle şey, duygu cıbır cıbır bir kadın, postal niye girsin? bişey girecekse ben girerim!" deyip ortalığı yarmıştı.

yani efendim, diyeceğim o ki, ben bu olayı bi türlü öğrenemedim. aslında bir gün tam öğreniyordum ki, ne oldu diyeceksiniz? şöyle oldu, okuldan bi arkadaşla karşılaştık, hadi gidip bişeyler içelim diye yürürken bu bahsi geçen kıza rastladık. eski günlerden açılınca sohbet, benim arkadaş coşkuyla; "olum o panelde can yücel kızın birine n'apmış biliyon muuu?" diye haykırdıysa da ben öksürük taklidiyle herifin sesini bastırmaya çalışıp, "sus len densiz denyo, o kız bu kız işte!" dedim.  kızcağız da hafiften bir irkilip, konuyu değiştirmemden pek memnun oldu tabi...

sonra tabi arada kafama bu düşünceler gelir, 60 yaşında birisi bir talebeyi taciz etse valla kan çıkar ortamda. can yücel yapınca anektod oluyor, gülerek anlatıyoruz tabi. doğru mu yapıyoruz acaba yanlış mı? kimbilir, ne demişti edip cansever: iyi de olsa kötü de... öyle değil mi?

tabi diyceksiniz, kıza n'oldu sonra? hindistan'da geçirdiği 2-3 senenin ardından yurda dönüp evlendi, lon encilis'a yerleşti efendim. tabi, bunların da hepsi ayrı hadise. mesela ben bu los encilıs hikayesini nerden biliyorum? çünküm gecenin 4'ünde kazancı yokuşu'ndan aşağı elimde bira ile süzülürken arkamdan bir kütlenin havalanıp sırtıma konduğunu ve dahi beni üç beş tur çevirirken de "canıııııııııımmmmm, ne arıyooon sen burda yaa, inanmıyorum yaa, biliyon mu ben bu gün evlendim, yarın sabah da los encilıs'a gidiyorum. oraya yerleşceez" diye haykırdığını bilemezsiniz tabi, tabi benim kafamdaki bi dünyayı da bilemezsiniz. "haa, oldu" dedim ben de buna, "gelirim arada misafirliğe."

bi de hindistan dönüşü hadisemiz vardı bunla. evet evet, 2-3 yıl görmemiştim hindistan'da olduğu için. tabi o zamanlar mail yok, cep telefonu yok, skype hiç yok. gitti mi gidiyor insanlar yani. ama bununla hep karşılaşırız tekrar, hatta los encilıs'dan dönsün, ertesi gün görmezsem darılırım buna. neyse işte, hindistan'dan döneli üç gün olmuş bu, karşılaştık taksim'in ara sokaklarından birinde. hoş beş sarılma kucaklaşma derken, "yav, telefonunu ver de görüşelim" dedi. tabi türktelekom'un bağladığı ev telefonlarından bahsediyor. verdim telefonu, araşıp görüşmek üzere sözleşip ayrıldık. 10-15 adım yürüdükten sonra durup hızla arkama baktım. baktım ya, bi baktım o da aynı pozisyonda. böle vestern filmlerindeki düello sahnelerindeki gibi konumlanmış durumdayız. sonra baktım yürümeye başladı bana doğru, sonra ben de ona doğru yürüdüm tabi. yanyana gelince "ulen denyo, bu benim eski ev telefonum!" diye bağırdı. ben de "yav ben de onu diycektim, o senin eski ev telefonun, dur ben sana benim yeni ev telefonumu vereyim" dedim .

heh heh, şimdi diyceksiniz ki, "ooo, kiya hoca can baba'yı bırakmış, paso kızı anlatıyor." anlatırım tabi evladım, gözleri eski bir deniz mavisi, napalım. can yücel dediğiniz adamda ne var? anca hırpanilik, anca denyoluk...

[youtube]3VGaTanxrtA'[/youtube]

haaa, gözleri eski bir deniz mavisi ya, bu da aynen şöyle oldu. bigün yürüyoruz bunla, bi şarkı mırıldanıp salınıyor kendince. sonra bi an durup, "kiya hoca gözlerim ne renk" diye sormasın mı? ahanda, ne diycez şimdi? "yav hani bir şarkısı var!" demesiyle "elaaa" diye bağırmam bir oldu. nitekim o vakitler eski ezginin günlüğü vesilesiyle "gözlerin eladır yar, sanki piyaledir yar" şarkısı pek ünlüydü. yuuuuuuuhhhhhhh be kiya hoca, ohhha yani, bi de ela diyooo, bi de ela diyooooooo, yuh sana meymenetsiz pezevenk! ee tabi, kızcağız "gözlerin eski bir deniz mavisi" şarkısını terennüm eyleyerek salınmaya devam etti ama kiya hoca'ya da yuuh yani, yuh ki ne yuh!

ama hakkaten konuyu fazla dağıttık galiba. o zaman tekrar can yücel'e getirip sözü biraz toparlayalım. bakın şimdi evlatlarım, bu can yücel üç gündür felan kayıp. tabi arıyor tarıyor millet bunu, siyasi şube, şurası burası, yok. sonunda güler hanım'ın (can yücel'in akdeniz'i çok yaraştırdığı kadını) aklına kumkapı'ya bakmak geliyor:

kumkapı meyhanelerine dadandık
önümüzde altınbaş, altın zincir, fasulye pilakisi
ardımızda görevliler, ekipler, hızır paşalar
sabahları açıklarda bulurlardı leşimi
öyle sıcaktı ki çöpçülerin elleri
çöpçülerin elleriyle okşardım seni
yalnızlığım benim süpürge saçlım
ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi


evet, bizimki kumkapı meyhanesinde 3 gündür ayıldıkça içiyor, içtikçe sızıyor. yüklenip arabaya götürmek istiyorlar, mümkün değil. içtikçe de feci ağırlaşmış ahtapot. 2 kişi koluna giriyor, yok, olmuyor. en sonunda güler hanım bana bırakın şunu diyor ve can yücel'in kulağına eğilip "hadi can, eve gidip orda devam edelim" diyor. işte 3 saattir yerinden oynatılamayan can, doğrulup girdiği gibi güler'in koluna, arabanın yolunu tutuyor. ne güzel manzara değil mi?

bir sen eksiktin ayışığı
gümüş bir tüy dikmek icin manzaraya!


bir sen eksiktin ayışığı... bir siyasinin şiirleri'nin en güzel imgesidir belki ama bir siyasinin şiirleri en güzel yapıtlarındandır can yücel'in. türk şiirinde humor ve imgenin aynı yoğunlukta harmanlandığı, muhteşem bir yapıttır.

neyse, lafı çok mu uzattık ne? adamın biri lafı bi türlü bağlayamazmış, sonunda onu bağlayıp götürmüşler. durun leen!, bırakın! ulen var ya, can baba sağ olcaktı ki, siz beni böle paketleyecektiniz, suratınıza sıçardı leeen! bak hala yürü diyo, bak bi de yüürrüü diyoo, var ya, ben size göstermez miyim!!!

yeri gelmişken belirteyim; yıllar yılı bu can baba, orhan baba, erkin baba geyiklerinden nefret eder dururum. bu nedir şimdi arkadaş, ne babalığını gördünüz adamların? hah, en sonunda sizden cesaret alıp mercan dede de çıktı; şu ibibiğe bakın da yaptığınızdan utanın!

ibibik dedim de, ne güzel şarkıdır; ibibikler öter ötmez ordayım... bi de gözleri eski bir deniz mavisi...

bi gün de oktay rifat, ece ayhan felan ziyarete gidiyorlar buna, oktay rifat hem hin, hem cin; "hey can, sosyalizmi göreceğimiz gelmişti!"

iade ediyor bu lafı can, oktay rifat'ın ölümünden sonra: sosyalizmin göreceği gelecek seni!

tamam efendim, bitiriyorum, tamam, alla alla...

biraz ötede yerinde yeller esen bir mavnayı
bir vinç havada aptal aptal arayıp duruyordu.
Döndüm yanımdaki sıralarda oturanlara:
"Belki de" dedim, "emzikten kesildikten sonra alıştı dünya
kendi tırnaklarını yemeye." Bellerinde gazete kâğıdından
peştemalları, yanımdaki sırada oturanlar
bastonlarına asıp suratlarını bikoşu daldılar suya.
Peşlerinden uskumru, uskumrunun peşinden balıkçı,
balıkçının peşinden güneş, cup cuup cuuup... Vinç
de birer birer toplayıp cümlesini, yükledi yitik mavnaya.


bi de eski yaşanmışlıklardan söz açınca orhan veli'nin şu şiiri gelir hep aklıma:

neydi o deli gibi gidişimiz,
bembeyaz köpüklerle, açıklara!
köpükler ki, fena kalpli değil,
köpükler ki, dudaklara benzer,
köpükler ki,
insanlarla zinaları ayıp değil


ne güzel di mi, insanlarla zinaları ayıp değil... bir de gözleri eski bir deniz mavisi...


Babamın her sene sonunda yenisini getirip değiştirdiği Maarif Takvimi yaprakları 1986 senesini gösteriyordu. Meksika depremi bütün acı görüntüleri ile belleğimizdeydi. Başkan Reagan, "Özgürlük için ileri!" konuşmasının üzerinde çalışıyordu. Mikhail Gorbaçov, SSCB'yi yeniden yapılandırırken, Çernobil faciası patlak vermişti. Konuyla ilgili bakanımız ve Atom Enerjisi Kurumu başkanımız hemeh her gün TRT ekranlarında "çayda radyasyon yok, ahanda bakın nasıl da içiyorum" diye çayını höpürdetiyordu. Başbakan Turgut Özal, "Radyasyonlu çay daha lezzetli" diyecek kadar ileri gitmişti. Sokaktaki adam, "Türk'e radyasyon madyasyon işlemez" diyordu. Başkan Reagan ile diğer başkan Gorbaçov, Reykjavik'te biraraya gelmiş ve kucaklaşmışlardı. Bir yandan silahsızlanma üzerine konuşurlarken, Reagan, "Yıldız savaşları projesinini vazgeçilmez" olduğunu söylüyordu. Sovyetler Birliği, MIR Uzay İstasyonu'nu uzaya parça parça taşırken, ABD, Challenger uzay mekiğini havada patlatmıştı. Oliver Stone, Platoon'la Oscar ödüllerini toplamış, Elie Wiesel de Nobel'i kapmıştı. Olof Palme cinayetinde bazı Türk'lerin de adı geçiyordu. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kurt Waldheim'ın eski bir Nazi işbirlikçisi olduğunun ortaya çıkması herkesi şok etmişti.

Bıyıklarımız yeni terler iken gelişen bu kadar olay başımızı döndürmüştü. Dünyadaki dönüşümlerin merkezinde olduğumuzun farkında değildik henüz. Okul sınavlarının da bittiği bu yaz başlangıcında baş dönmesinden kurtulmak ve biraz olsun eğlenmek için çok büyük bir fırsat vardı şimdi önümüzde: 1986 FIFA Dünya Kupası!

Bir öncekini de aklımız yettiğince izlemeye çalışmışsak da, henüz neyin ne olduğunu tam kavrayamıyorduk. Bir tek, Paolo Rossi'nin kupayı İtalyanlar'a getirdiği ve Fransızlar'ın futbol sözkonusu olduğunda çok şanssız olduğu aklımızda kalmıştı.

Çok sonraları, depremin yaralarını sarması için Meksika'ya verilen 1986 Dünya Kupası'nın, izlediğimiz son keyifli uluslararası organizasyon olduğunun da farkına varacaktık. Ama önemli olan bu değildi şimdilik. Grup maçları oynanmaya başladığında ilk farkettiğimiz, SSCB takımının, geleneksel anlayışlara çok ters gelen farklı bir futbol oynadığıydı. 6-0'lık Macaristan galibiyeti ile turnuvaya başlayan SSCB, bir anda kupanın favorileri arasında gösterilmeye başlanmıştı. Başlarında "Kurt" lakaplı Lobanovski ile "buz hokeyi" stili olarak anılan ilginç bir taktik anlayışı ile oynuyorlardı. Top geride hızlı bir şekilde çevrilerek rakibin başı döndürülüyor, bir anda uzun bir pasla rakip defansın arkasına sarkan forvet(ler)e top ulaştırılıyordu. Milimetrik paslar atmakla itham ediliyordu Sovyet takımı, bazıları daha da ileri gitti ve "2000 yılının futbolunu oynuyorlar" dedi!
SSCB - Macaristan : 6 - 0
Kupanın gediklileri de ilk turu kolayca geçiyorlardı. Ama ilk turun en göz alıcı takımı, Afrika çöllerinin temsilcisi Fas idi. İngiltere, Polonya ve Portekiz'in önünde grubu lider olarak tamamlıyorlar ve diğer grubun ikincisi Batı Alman takımına korku salıyorlardı. Ancak ikinci turda işler yaver gitmeyecek ve şanssız bir biçimde Batı Almanya'ya 1-0'lık skorla eleneceklerdi.

İkinci turun şans getirmediği takımlar arasında ilk turun görkemli takımı SSCB de vardı. Grup 2'yi Fransa'nın önünde lider tamamlayan Sovyet takımı, diğer grubu 3. sırada bitirebilen Belçika ile oynuyordu. Lobanovski'nin takımı, Belçika karşısına çıktığında kontrol hakemdeydi. Belçika, attığı 4 golden birisini bariz ofsaytta iken, diğerini de yaklaşık yarım metre dışarıdan çevrilen topla yapmıştı. Sovyet takımının attığı üç gol ise kontrolü sağlamaya yeterli olmayacaktı elbette.



2. turda Uruguay'ı 1-0'la geçen Arjantin, Paraguay'ı 3-0'la geçen İngiltere karşısına çıkıyordu. Sonu -guay'la biten iki takımı elemelerinden çok daha büyük anlamı vardı bu maçın. İki ülke, kupadan hemen önce Fakland Adaları'nda karşı karşıya gelmiş ve Demir Leydi Margaret Theatcher, bu savaşı İngiltere lehine sonlandırmıştı. Ama bücür Maradona da, ikinci yarının hemen başında kendi sahasının ortasından başladığı koşusunu İngiltere kalesinde sonlandırmıştı. Bu gol, futbol tarihinin en güzel golleri arasına kendisini yazdırırken; Maradona, skorun Fakland'ın öcünü almaya yetmeyeceğini düşünüyordu. Ancak, elindeki kartlar da daha iyisine imkan bırakmıyordu. Böylelikle tanrı'nın elinden bir kare-as çekti ve masaya bıraktı. İngilizler, önce blöf yaptığını sandılar; kartlar açıldığında ise hile yaptığını düşündüler ama masadaki kartlar tanrı'ya aitti ve maalesef buna itiraz geçerli sayılmıyordu. İngilizler'e "pas" demek dışında seçenek kalmamıştı.


Her ne kadar SSCB'yi hakemin yadımıyla elemişse de boş bir takım olmadığını göstermek için İspanya'yı eleyerek yarı finale kadar gelen Belçika, Arjantin'e rakip olmuş; ancak Maradona'nın hışmına uğramaktan kurtulamamıştı. Brezilya'yı penaltılarla eleyen son Avrupa şampiyonu Fransa da, yaşlı Alman takımı önünde varlık gösteremedi ve 2-0 biten iki maç, iki finalisti de belirlemiş oldu.

Böylelikle 1986 Dünya Kupası'nda sona gelinmiş ve Arjantin ile Almanya kupayı kaldırmak için er meydanına çıkmıştı. Final maçında TRT'nin ünlü futbol sunucusu Halit Kıvanç da meydana çıkmıştı.

TRT ekibi, turnuvaya "veteran" Halit Kıvanç'ı da götürmüş ve ona jübile yaptırıyordu. Diğer maçların tümünde İlker Yasin, Levent Özçelik ve Tansu Polatkan gibi genç kuşak TRT spikerleri görev alırken, final maçını Halit Kıvanç anlatacaktı.

Maç başladığında Maradona'lı Arjantin'in yaşlı Alman ekibine göz açtırmaya niyeti olmadığı anlaşıldı. Nitekim zorlanmadan skoru 2-0'a taşıdılar. Her ne kadar skor tabelasında Maradona'nın ismi yok ise de, iki golün ortası da ondan gelmişti.

Daha çok pazar sohbetleri ile belleğimizde yer etmiş olan ve futbol anlatımına yetişemediğimiz Halit Kıvanç, skorun da etkisiyle Alman takımını eleştirip duruyordu. Eski futbol dayanıklılıklarının olmadığından, kadronun böylesi bir organizasyon için çok yaşlı olduğundan, Arjantin gibi bir takım karşısında hiç şansları olmadığından dem vuruyordu.

Maçın 70. dakikaları oynanırken Almanlar bir taç atışı kazandılar. Yaşlı efsane Karl Heinz Rummenigge, topu eline almış ve atışı kullanmıştı. Ancak hakem, Rummenige'nin atışını beğenmedi ve taçı Arjantin'e verdi. Halit Kıvanç ise hayatının en yanlış lafını ettiğini az sonra anlayacaktı: "Bakınız sayın seyirciler, yılların Rummenige'si, taç atmayı bile unutmuş."

Hemen birkaç dakika sonra, Rummenigge taç atmayı unutsa bile gol atmayı unutmadığını fısıldamıştı Halit Kıvanç'a ve durumu 2-1'e getirmişti. Halit Kıvanç, bu kez onu övmek zorunda kaldı: "İşte bu, deneyim bu, büyük futbolcu bu, ruhsuz oynayan Almanlar'ı deneyimiyle ayağa kaldırdı. Yeniden umutlandırdı, büyük oyuncu bu."


5 dakika geçmeden Voller de 2-2'ye taşıdı skoru. Halit Kıvanç'ın ibresi ise artık tamamen Almanlar'ın lehine dönmüştü: "İşte sayın seyirciler, Almanya bu, hiçbir zaman maçı bırakmazlar, son saniyeye kadar mücadele ederler."

Ama o kupa, Maradona'nın kupasıydı. Kariyerine bir Dünya Kupası katmak için gelmişti oraya ve vazgeçmeye hiç de niyeti yoktu. 85. dakikada yaşlı Alman takımı, uzatmadan önce bir gol atıp işi bitirmek isterken kaybetti topu, orta çizginin gerisinde topla buluşan Maradona, Alman defansının arkasına sarkmakta olan Burruchaga'yı gördü. Schumacher ürkmüştü üzerine koşan bu genç Arjantinli'den. O da Schumacher'in yanından topu ağlara bıraktı.

Halit Kıvanç da futbol sunmayı bıraktı!

Biz ise, futbolda her an herşeyin mümkün olduğuna dair sarsılmaz bir inançla yeniden döndük hızla değişen dünyamıza...
saat tam 12'yi gösteriyordu kapıyı çekip çıktığımda. uzadıkça çirkinleşiyordu herşey. kafamın tası atmıştı sonunda, kapıyı çekip çıkmıştım işte. ne garip, birbirini seven iki kişi ne çok şey not etmişti kenara gerektiği zaman kullanmak için. "sen orda şunu şöyle... ben burda bunu böyle..." çok fazla hesap işi vardı yaşamda, matematiği iyi bilmek gerekiyordu bu yüzden. halbuki bizim eğitim müfredatı "yarın birisi karşınıza hesabı dökünce apışıp kalmamak için iyi öğrenin matematiği" demiyordu. "ne işimize yarayacak ki bu yaşamda" deyip kaynatıyorduk dersleri. eh işte, siz dersleri kaynatınca cadı da kazanını kaynatıyordu.

saat tam 12'yi gösteriyordu gece yarısı. öyle hesapsızdım ki, don gömlek atıvermiştim kendimi dışarı. kısa kot şortum uzun saçlarım ve ayağımdaki terliklerle hippi kömünlerinde hiç yabancılık çekmezdim doğrusu. ama burada ne hippi vardı ne de kömün. önce bir arkadaşa kapağı atmayı düşündümse de hiç akıl karı değildi bu. doğrusu ya, arkadaşlar canı sıkkın bir adamı iyice bunaltmak için bulunmaz yaratıklardır. şöyle azcık asık görmesinler suratını ve de gecenin yarısı kapılarını çalmaya gör; işte evlerine bir felaket uğramış gibidirler artık. sen kapıyı çalmadan evvel ne kadar neşeli olurlarsa olsunlar, seni öyle gördüler ya, az önce en sevdiklerinin ölümünü haber almış bir surat takınırlar hemen. mevzuyu öğrenmek için sorularıyla bunaltırlar. doğrudan sorularla başarılı olamazlarsa sinsi yöntemlere başvururlar. hani, onların da canı senin kadar sıkkındır da dertleşmek isterler sanki. "aaah be birader, o iki sene evvelki orospu yok mu, resmen sıçtı ağzıma!.." bak hele, nasıl da girdi mevzuya deyyus, ağzımdan laf alacak ki, neyin nesi olmuş bir fikri olacak. hani fikri olmazsa rahat uyuyamaz o gece. sen ki evine bir felaketle gelmişsindir. o sırada o felaketi kovmak onun baş görevidir ve bunun için felaketin içeriğini bilmesi gerekir. onun bu çabalarını ve hiçbir karşılığı olmayan mahzunluğunu gördükçe iyice bunalırsın sonunda. çekip de çıkılacak bir kapı daha seni beklemektedir.

eh, bütün bunları çekemezdim şu anda. saat tam 12'yi gösteriyordu ve sokakların sevdalısını bekleyen mecnun misali beni beklediği gün gibi aşikardı o gece yarısında. bu serin yaz gecesi hem nefes almak hem de ferahlamak için yeterli fırsatı sunuyordu insana. hippi görünümümle gecenin içine doğru akışım başlamış oldu böylelikle. insan geçmişe dönüp baktı mı, içinde bir ağırlık noktası oluşur. tam yüreğin altına asılı bir ağırlık. tanrı kimseye vermesin ya, bu ağırlık fazlasıyla ağırlaştı mı nefes alamaz olur insan. öznesi belirsiz derin bir özlem vardır o ağırlıkta, hani neye duyulduğu belli olsa böylesi bir özlemin, dünyanın öbür ucunda olsa gidip bulursun onu hiç kuşkusuz. ama işte, karanlık bir noktadır orası ve büyüyerek yüreğe asılır yavaş yavaş. ağırlaştıkça bunaltır içini, nefesini ağzına tıkar. karın bölgesinden başlayıp göğse doğru yayılır giderek. fonda da albinoni'nin adagio'su çalarsa insan o ağırlığı kendi bedeniyle birlikte bir ipin ucuna asmakta zerre beis görmez doğrusu.  geride şöyle bir not bulursanız şaşırmayın sakın: "benim taşıyamadığım bu ağırlığı bu ince ip de taşıyamaz sanmıştım!"

sakin gecenin içinde sizi rahatsız edecek bir sürü şey olduğunu kestiremezsiniz. hani adam kesseler kimseler duymaz dediğiniz tenha yerlerde bile sizi bulacak birisi vardır gecede. işte parka gidip sırtımı ağaca yaslamamla az ilerdeki inşaatın bekçisi hem görev duygusuyla hem de canı sıkıldığından yanımda peyda oluverdi. eh, orasıydı burasıydı kafa ütüledikten sonra iş başında olduğu aklına geliverdi de rahat bıraktı beni. ben de şöyle azıcık uzanayım da uzun geceye daha dinç çıkayım deyip verdim bedeni çimlerin üzerine. ama bakın, karıncalar ne kadar sempatik hayvanlar olursa olsunlar, söz dinlemek konusunda küçük bir çocuğu aratmıyorlar. arkadaşım tamam, üstümde başımda geziniyorsunuz, bir şey dediğim de yok. ama kulağımın içine kadar girmenin ne alemi var? alın işte, sizin yüzünüzden kendimi caddeye attım. bir aşağı bir yukarı dolanıp duruyorum derbeder...

üç aşağı beş yukarı yürüdükten ve birkaç mekana girip çıktıktan sonra yorulmuştum. artık uyku da iyice bastırmıştı ki gidip bir duvar kenarına verdim sırtımı. gözüm yarı açık uyuklamaya çalışıyordum. ama işte, daha duvara sırtımı vermekle "hacı hacıyı mekke'de, deli deliyi dakkada bulur" sözünde olduğu gibi adamın birine kitlendi gözlerim. caddeden aşağı sallanarak gelen bir berduştu bu. kendi kendine söyleniyor, küfürleri ardı ardına bağlayıp salıveriyordu ortalığa. hani son anda bana bulaşmasın diye kafamı ters tarafa çevirdiysem de geç kalmıştım: "senin de mi evin yok hemşerim?" diye bağırması bir oldu benden yana. "he ya" dedim, "benim de yok evim." "gel o zaman küçükpazar'a gidelim" dedi. işte o an bendeki bellek google maps hesabı semtleri tarıyordu. öyle ya, neredeydi bu küçükpazar? hani yeri belirledikten sonra karar vermesi kolaydı. insan başına neler gelebileceğini az çok kestirebilirdi yerin yerini belirledikten sonra. ama işte, o anda da bu küçükpazar, belleğimde son derece küçük bir noktayı oluşturuyordu. en azından bir kere orada bulunduğumu hatırlıyordum ama neresi olduğunu zerre kadar hatırlamıyordum.

bir "amaaaannn" lafının, rüzgarın savurduğu bir toz kütlesi gibi içimden geçmesiyle ayağa kalkmam bir oldu. bütün geceyi sokakta geçirdiğime göre şanıma layık bir maceraya atılmanın zamanı gelmişti doğrusu, uzunca düşünmenin gereği yoktu. bir berduşla küçükpazar'a kadar değil mezara kadar bile gidebilirdim şu anda. "hadi bakalım, gidelim şu küçükpazar'a ne olacaksa" diye düştüm yanına elemanın. "ne olacağı var mı?" dedi bizimki, "alırız biraz peynir, domates, bir de ekmek kaptık mı ahmet abi'nin kahvesinde bir güzel doyururuz karnımızı."

işte, yaşamın içinde böyle berduş dolaşan insan için gereksinimler de bu oranda gerçektir. öyle ya, sabaha küçük bir zaman kalmıştı şunun şurasında. hani küçükpazar'a gidip de dünyayı kurtarmanın zerre kadar alemi yoktu. aklımızı başımıza toplayıp peynir ekmeğe dayanmak ve karnımızı bir güzel doyurmak kadar doğru ve gerçek bir eylem düşünülemezdi o sırada. iki adet üniversiteli hülyabaz olsa yerimizde kesin çok şahane işlere yelken açabilirlerdi gecenin bu vakti yollara düştüklerine göre. hani dostoyevski'ye öykünen bir öykü kotarmak veyahut en azından derin felsefe muhabbetlerine şarabı ortak etmek mükemmel olurdu onlar için. ama bizim berduş'un o taraklarda bezi yoktu ve karnın tok olması az sonra doğacak güneşin içimizi ısıtması kadar gerekliydi.

böylece yanyana düşmüş, küçükpazar'a doğru yollanıyorduk işte. bizimki daha iki adım atmadan ana avrat küfürleri koyuverdi.

- n'oldu birader, kime sövüp duruyorsun böyle?

- abi sanki ben bir yeri arıyorum dedim adama. turistin biri bir adres sordu, ben de köşedeki kuruyemişçiye sordum biliyor musun diye. bana, "sen nereyi arıyorsun?" demez mi? sanki ben bir yeri arıyorum, hıyara bak!

herif sıkı çıktı doğrusu, gecenin yarısından beri adama periyodik olarak küfrediyordu demek. aman yanlış yapmayayım, bana da gelecek geceye kadar küfürleri koyuverir sonra. o sırada bana dönüp dikkatle süzdü beni eleman:

- kasımpaşa'da 15 bin lira alacağım var, sabah gidip onu alalım da sana bir pantolon alalım.

aman tanrım, "babaaaa" diye boynuna atlamamak için zor tutuyordum kendimi. öyle ya, parasızlıktan kotu kesip giyivermiştim öylece. 15 bin lirayla da epey pantolon alınırdı o zaman açıkcası. neşem giderek yerine geliyordu, kolları boyunlara dolayıp şöyle geceye ve caddeye doğru bir türkü patlatsak yeriydi hani. "küçükpazar'a bir varalım, bize kimse dokunamaz, hiç kafanı takma" diye devam etti aynı babacan tavırla. eh, burada da kimse bize bir şey dememişti ama demeyeceğinin garantisi de yoktu. ama anladığım kadarıyla küçükpazar'da bu işi garanti altına alacaktık. "oooh" dedim içimden, resmen kebap yelleyeceğiz küçükpazar'da!..

şöyle kafasından evinde de bir yer ayarladı bana, ferdi'yi şuraya, kör'ü buraya ("kör mü! tövbe tövbe, âmâ" diye düzeltmeden de rahat edemiyordu) aldı mı, oluyordu o iş. kafaya takacak hiçbir şey yoktu. kör dileniyordu ama iyi para getiriyordu doğrusu eve, ferdi yavşağın tekiydi, körün önünden sıyırıveriyordu yoğurdun kaymağını kendi önüne. bütün bunlar iyiydi hoştu ama can evimden vuran cümleyi henüz sarfetmemişti:

"bugün cumartesi değil mi? şu 15 kaadı alınca biraz da et alalım, pazar'a florya'ya pikniğe gideriz."

haydaaa, adam sanki beni neşelendirmek göreviyle dünyaya gönderilmiş bir melekti yahu! önce küçükpazar'a kahvaltıya, ardından florya'ya pikniğe. işte, kafayı dinlemenin şahane yolu... bizimki radyolarının bozuk olduğunu hatırlayıp biraz moralini bozduysa da "şu 15 lirayı alalım, tamir ettirelim onu bugün" diyerek hemen çözümünü bulmuştu. öyle ya, kuru kuruya piknik olur mu? şöyle radyodan iki güzel türkü açıp iki de göbek atabilirdik belki. neyse, şu anda ilk işimiz şu kahvaltı işini halletmekti ve küçükpazar'a da nerdeyse varmıştık. artık nerede olduğunu da hatırlamıştım küçükpazar'ın ve bu biraz daha rahatlatmıştı beni.

küçükpazar'a girdiğimizde bize kimse dokunmadı gerçekten. eleman sözünün eri çıktı doğrusu. kahvehaneler yeni açılıyordu daha. temizlikle uğraşıyordu elemanlar, ocaklar fokurduyordu sabahın seherine doğru. daha ilk kahvenin önünden geçerken kahvecinin daveti, küçükpazar'daki itibarımız hakkında iyice fikir edinmemi sağlamıştı:

- ooooo memet, nerdesin sen yahu? gel şöyle bir çayımızı iç.

- yok! biz ahmet abi'nin kahvesine gidiyoruz.

evet, biz ahmet abi'nin kahvesine gidiyoruz dingil. sana gelecek olsak mehmet kardeşim senin kahvene gideceğimizi söylerdi. ne adamlar var be, sanki biz ahmet abi'nin kahvesine giderken yolunu değiştirip başkasınnı kahvesine oturacak adamlarız! adını da böylelikle öğrenmiş oldum yeni arkadaşımın. yol boyunca ne o bana ne de ben ona nesin, necisin diye sormamıştık nitekim. ahmet abi'nin kahvesine geldik gelmesine ama kapalıydı kahvehane. işte, memed'in içine bir kurt düştü acaba ahmet abi'nin başına bir şey mi geldi diye. ama neyse, "biz şurda bir çorba içelim, o sırada açar heralde" dedi kendi kendine. aslında bana dedi tabi de, benim o sırada "yok öyle yapmayalım" diyerek akşama kadar küfür işitmeye hiç niyetim yoktu. ne dese öyle yapacaktık zaten. fakat bu sırada beş kuruş param olmadığını hatırlayıp, memed'e de söyleyiverdim düşüncesizce bunu. bizimkinin celallenmesi de bu yüzden oldu:

- ne parası? sana para diyen mi var be! allah allah...

- tamam yahu, hani bende vardır diye düşünürsün belki diye söyledim.

çok şükür fazla sinirlenmesine meydan vermeyip suyuna gittim. böylesi daha güvenlikli olduğundan değil, böylesi daha doğru olduğundan. doğrusu ya, gerçekliğin benden çok farkındaydı memet. eh, daha doğru ve pratik çözümler üretiyordu durumlara. hem de küçükpazar'daydık, karışanımız, görüşenimiz yoktu. gelen çorbayı da beğenmedi tabi, haksız da sayılmazdı. çorba demek için bin şahit gerekirdi ama pişiren bile üşenip o kadar adamı toplamaya çıkmazdı bu saatte. çorbamızı içip çıktık tekrar ahmet abi'nin kahvesine doğru. ama hala açılmamıştı o kahve, neden açılmamıştı, ahmet abi'nin başına bir şey mi gelmişti? zerre umrum değildi doğrusu, nasılsa memet kolaylıkla bu sorunu çözmeyi de bilirdi. aslında benim aklımdan şu bizi sevinçle davet eden kahvecinin kahvesine zıplayıp sıcak çaylarımızı yudumlamak geçiyordu ama yine onun söylemesini bekledim:

- neyse ya, biz şu girişteki kahveye geçip birer çay içelim de, o ara açılır burası.

bakın, gördünüz mü? boşuna güven duymuyordum bu adama. ben ne istiyorsam öyle yapıyordu sanki. frank kapra'nın "şahane hayat" filmindeki, kanadını yeniden kazanmaya çalışan melek klerıns'tı o benim için. işte, sıcacık çaylar da önümüze inivermişti ve küçükpazar'da bize karışan görüşen yoktu. "nerdesin yahu" dedi kahveci tekrar memed'e, "ne zamandır görünmüyorsun?" "hiç sorma" dedi bizimki, en son ahmet abi'nin orda okey oynuyorduk. yavşağın biri, yok o taş atılır mı, yok bu oynanır mı deyince sinirlenip çıktım. 2 aydır geçmiyorum bu tarafa."

herşey iyi güzeldi de işte burası kafamı kurcalayan noktayı oluşturuyordu. "sen nereyi arıyorsun birader" diyen kuruyemişçiye gece boyu küfreden, okeyde sinirlenip küçükpazar'a 2 ay uğramayan adama ne deyip de ayrılacaktım yanından. öyle ya, "senin de mi evin yok" demiş, ben de boş bulunup "he ya, benim de yok" yanıtlamıştım. şimdiyse karnımı doyurup sıcak çayımı yudumlarken eve uğrayıp üstümü başımı değiştirmek ve artık orada kalmayacağıma göre toparlanmak gerekirdi. ama bu adama ne söylemeliydim şimdi? geceye kadar da bana küfretmesini istemiyordum açıkcası. hani küfretse ne olacak diyeceksiniz, orası öyle ama etmesindi işte. niye etsindi yani severek de ayrılabilirdik.

ikinci çayları doldurmaya gitmişti memet, kahveci çenesi boş durmasın diye "sen nerelisin bilader?" diye soruverdi. "şuralıyım" deyiverdim. "ahha" dedi kahveci, "benim orospu çocuğu olacak oğlan, evleneceğim diye para istedi benden. ben de eşten dosttan borç alıp verdim buna. meğer orospunun biriyle kaçıp sizin oraya yerleşmiş. o paraları ödeyene kadar imanım gevredi birader. hani babana bile güvenmeyeceksin derler ya, asıl oğluna güvenmeyeceksin!"

kahvecinin bu konuşması hiç de hayra alamet değildi. bizim memet de bir nevi beni nüfusuna almıştı nitekim. şu 15 bin lirayı alıp bana pantolon alınacaktı, pikniğe bile gidilecekti benim şerefime. ama bu deyyus kahveci, "oğluna bile güvenmeyeceksin" diyerek sanki gaz veriyordu benim elemana. neyse ki ikinci çayları içer içmez ahmet abi'nin kahvesine doğru yollandık. ahmet abi yine yoktu ama ocakçı açmıştı kahveyi, yerleri süpürüyordu. biraz azarladı memet ocakçıyı, sonra da içine sinmedi  bu olay ve elinden kaptığı gibi süpürgeyi, yerleri süpürmeye başladı. ben de böyle yedi yabancı gibi durmayıp bir işin ucundan tutayım diye kıpraşıyordum ki "otur otur" işareti yaptı eliyle. sonra da 2 çay kapıp geldi masaya. sonra televizyona dalıp gitti ben etrafı izlerken. televizyonda islami bir kanal açıktı ve asr-ı saadet döneminden kalma bir evliyanın hayatını canlandıran bir film gösteriliyordu. öylesine dalmıştı ki hikayeye bizimki, hani bıraksam kalkıp girecekti televizyonun içine. evliya'nın eteğini öpüp dergahına yüz sürecekti.

kahve de giderek dolmaya başlamıştı, sabah işine yetişmeye çalışanlar ellerinde poğaça börek damlıyorlardı birer birer. kapının yanına çöreklenmiş pis yüzlü adama dikkat etmemiştim doğrusu. o sabah mahmurluğundan bir gümbürtü çıkabileceğini de hiç tahmin etmiyordum. ama işte, film bitmiş ve memet kendinden geçmiş bir biçimde "vay be, ne insanlar yaşamış zamanında" deyiverdi. öylesine bir memnuniyet vardı yüzünde, evet, o insanlar artık olmasalar bile bir zamanlar yaşamışlardı. bu ona fazlasıyla yeter de artardı bile. refah partisi'nin kazandığı seçimlerin hemen öncesiydi ve o sırada kapının yanına çöreklenmiş pis sakallı ihtiyar "geliyoruz geliyoruz, yine eskisi gibi yapacağız" deyiverdi buna güvenerek. işte bizim memed'in kendini kaybına sebep olan cümle de bu olmuştu. bağırıp çağırıyordu ocakçıya dönmüş: "bu gerizekalı kim be! ben size iti kopuğu doldurmayacaksınız buraya demiyor muyum? allah'ım ya, hangi devirde yaşadığını sanıyor bu salak!"

kapının yanındaki büzüşmüş, sesini çıkarmıyordu ama bizimkinin sinirinin dinmesine imkan yoktu. bana dönüp "kusura bakma ya, buraya böyleleri gelmez aslında ama sokmuşlar içeri her nasılsa" dedi. "şu haberleri izleyip gidelim" diye de ekledi. arada gözü kapıdan yana kayıp "hasta bu hasta, gerizekalı, suratına baksana, akıl falan yok bunda" diye söyleniyordu. zaten haberleri beklemek de anlamsızlaştı bir an kendisine ve "kalk gidelim" deyiverdi. bu sefer kesin en az dört ay uğramazdı küçükpazar'a. ama o esnada benim ipliğim de pazara çıkarsa geceye kadar değil, en az bir hafta küfrederdi doğrusu. şimdi iyice düşünmeye dalmıştım, "nereye gideceğiz ki" deyiverdim konuşmayı normal seyrine çekmek isteyerek. "mısır çarşısı'nda bir arkadaşım var" dedi, "gidelim de birer bira ısmarlasın bize." sabah saatin 7'siydi ve bira içmek isteği duyduğumdan emin değildim. şu kapı önündeki salak bütün dengemizi bozmuştu şimdi. ancak o sırada beni kurtaran sahne yaşandı işte. "vay memet, nerdesin sen kardeşim" diye birinin bunun boynuna sarılmasıyla birlikte araya girdim. "benim eve gitmem gerek arkadaş, üstümü değiştireyim, biraz da para alayım, sonra buluşuruz" diye kestim o sevinçli buluşmayı. "dur yahu, nereye" dediyse de ben gitmem gerektiğinde direttim. "o zaman tarlabaşı durağının yanından gir" diye evi tarif etmeye başlamıştı ki, "bırak şimdi evi" dedim, "sen akşam 7 gibi gece karşılaştığımız yere gel." yine de uzunca tarif etti evin yolunu, ben de ısrarla gece gelmesini söyledim.

bütün hikaye boyunca bana ne ismimi ne cismimi soran bu adamı bekliyordum akşamla birlikte. cebim para gördüğüne göre sabaha kadar içip ertesi gün de kasımpaşa'dan 15 bin liramızı alabilirdik. sonra bir pantolon alırdık bana, daha sonra ver elini florya sahili... ferdi ve âmâ'yı biraz kenarlara çekip bir yatak daha ayarlayabilirdik evde. sonra belki siniri geçerse 4 ay sonra küçükpazar'a, ahmet abi'nin kahvesine gider, okey çevirirdik ordakilerle...

akşam geldi mi? gelmedi...

bu öykü bitti mi? bitmedi...

tarlabaşı'nda bir ev... gelecek yazıda olabilir... belki...
[caption id="attachment_624" align="alignnone" width="550" caption="şu leyland'ın güzelliğine bakın hele."][/caption]

evet, sene bindokuzyüzyüz, bakırköy'e gitmem gerek, gitmekle yetinsem iyi, bir de geri dönmem gerek. aksaray'dayım. o zamanlar bakırköy'e giden çok da otobüs yok. osmaniye otobüsünü bekliyorum eminönü üzerinden gelen. ancak tam yarım saat oldu bekliyorum. sonunda canıma tak dedi, gideyim, sirkeci'den gelen banliyo trenine bineyim dedim. dedim demesine ama iett yetkililerine de bildiğim küfürlerin hepsini savuruyorum. hatta en sonunda baktım tek tek saymakla olmayacak, "bildiğim tüm küfürler size olsun" deyip kurtuldum işin içinden. cebimde 1.5 liram, bir de öğrenci biletim. evet, trene gidiyoruz aleksandır, tren bileti 1.5 lira o zaman, öğrenci biletimle de geri dönmeyi planlıyorum. evet aleksandır, gayet güzel planlıyorum.

biraz yürüyüp yenikapı'dan istasyona girerken girişe markör kalemle karalanmış eğik büğük yazıyla bir şeylerin yazdığı bir karton asmışlar. cebinde 1.5 liran ve bir öğrenci biletin varsa dikkatli olmalısın aleksandır. her yazı seni ilgilendirebilir o an özensizce bir kartona yazılmış ve tren istasyonu girişine asılmış da olsa. oku bakıyım:

sirkeci-halkalı banliyö seferlerimizin bilet fiyatları sabah 07-09 ve akşam 17-19 saatleri arasında 2 liraykene diğer saatlerde 1.5 liradır

haydaaaa, bu da nerden çıktı aleksandır? şimdi söyle bakalım aleksandır, cebinde 1.5 lira ve 1 öğrenci bileti olan aklı başında bir insan bu yazıyı okuyunca ne yapar?

- saatine bakarak bilet fiyatlarının şu anda ne kadar olduğunu öğrenmeye çalışır.

bravo aleksandır, giderek bir şeyler öğrenmeye başlıyorsun. şu önümüzde sallanan saate bakarsak 17:20'yi gösteriyor zaman. bu durumda tren biletleri 2 liraya denk geliyor ki, ne yapıyoruz aleksandır? tcdd yetkililerine bildiğimiz bütün küfürleri savuruyoruz tabi ki, aferim.

şimdi, cebimde hala 1.5 lira (2 öğrenci bileti ediyor o zamanlar) bir de öğrenci biletim. yenikapı'dan sahil yoluna giderek yeşilköy otobüslerine binmek, bakırköy'e gitmenin bir diğer yolu. denemekten başka çare yok aleks. tamam patron, deniyelim.

içimde bir kuşku, otobüs durağına yürüyorum. nerden çıktı bu kuşku demeyin. şimdi tramvay yolu olarak kullanılan eminönü-zeytinburnu hattı o zaman için iett otobüsleri için tercihli yol olarak yeni açılmış ve bu tercihli yol daha hızlı aktığından bir çok sefer buradan yapılmaya başlanmıştı. doğal olarak sahilyolundaki yeşilköy seferinin de buraya alınmış olması kuvvetle ihtimal dahilinde aleksandır. ama dur bakıyim, durakta bekleyen bir sürü insan var. o halde otobüs'ün burdan geçiyor olması kuvvetle ihtimal. bu kadar insan denizi seyretmeye birikmedi heralde. tabi patron, denizi seyretmek isteseler karşıdaki yeşilliğe uzanırlardı. bravo aleks, sen iyice zehir gibi olmaya başladın.

ama o da ne? 15 dakka beklememin ardından elimde oynayıp durduğum öğrenci biletimi hızla cebime sokup duraktan uzaklaşmak zorunda kalıyorum. neden derseniz, az önce bir servis otobüsü yanaştı ve bekleyenlerin hepsi ona bindi. muhtemelen evlerine giderken "salağın biri yarım saat elinde öğrenci bileti durakta bekleyip gitti" diye gülüşüyorlardır.

tanrım, cebimde 1.5 lira ve bir öğrenci biletim, son derece sinirliyim. 1 saati geçkin bir zamandır bakırköy'e gitmeye çalışıyorum. sinirlendikçe de hırslandım, gitmesem olmaz artık. hayır, ilk otobüs bekleme sırasında pes etseydim olurdu ama artık haysiyet meselesi oldu bu. öyle bir gideceğim ki bakırköy'e, daha evvel hiç kimse böyle gitmedi diyecekler, helal olsun adama diyecekler, o kadar yani. evet sinirliyim. sağa sola bildiğim bütün küfürleri saydırıyorum. saat 17-19 saatleri arasında olmasına rağmen tren istasyonuna süzülüyorum, bilet almadan atlıyorum trene. yaaa, beni sinirlendirmeden önce düşünseydiniz bu saatler arasında bilet fiyatlarını artırmayı. alın işte, biletsiz ve sinirli trendeyim. ve üstelik bakırköy'e gidiyorum. apışıp kaldınız di mi? siz ki ben bakırköy'e gitmeyeyim diye türlü kumpas kurmuştunuz. alın işte, söker mi kumpaslarınız anadolu yiğidine bir bakın da görün, ahlaksız zibidiler sizi.

ohh, kondükör'ü de atlattık inerken ve bakırköy'deyiz, aman allah. 2 saatlik uğraşımız bizi bakırköy'e getirdi sonunda. cebimde 1.5 liram bir de öğrenci biletim. heh heh hatta keh keh.

işlerimizi hallettik. saat 23'e geliyor. şimdi dönme zamanı, cebimde 1.5 liram ve bir de öğrenci biletim. ancak o da ne? bakırköy son durağında hiç otobüs görünmüyor, plantonluk denilen hıyar mekanı da kapalı. içime kurt düşmesi an meselesi aleks. evet evet, beklediğim gibi, bu saatten sonra bir yere otobüs kalkmıyormuş bakırköy'ünden. bildiğim küfürler nerede? hah, buradaymış, alın bakalım sayın iett yetkilileri, bunlar sizin olsun.

evet aleks, şimdi ne yapacağız? çok dikkatli olmamız gerek. cebimde 1.5 liram ve bir öğrenci biletim. evet, aksaray dolmuşuna binmek çok güzel bir plan ama aksaray'a 3 lira alıyor şerefsizler. dur bakalım, denizde kum, bizde hinlik tükenmez. incirli diyerek uzatırız parayı, aksaray'da ineriz. kim karışacak bize, şaşarım. evet evet, en arkaya geçelim de parayı kimin uzattığı belli olmasın aleks. tamam patron.

evet, 1 ve buçuk liradan oluşan paramı bir önde oturana verdim incirli diyerek, o da bir öndekine incirli diyerek ve o da şöföre. şöför iki parmağı arasında şöyle bir gıcırdatarak "incirli 2 lira" demesin mi? desin aleksandır desin, bu gece milletin sülalesiyle uğraşacağımız bir gece olacakmış da haberimiz yokmuş meğer. ancak dur bakalım, en arka sıradayız, öne doğru "paramız yok baba" diye bağırmak karizmayı çizer an'adın mı?

hemen yerimden fırlıyorum ve bağırmaya başlıyorum: "ben hergün şirinevler'den 1,5 liraya biniyorum, burası daha yakın incirli'ye, niye 2 lira oluyormuş" da vır vır vır. "beğenmiyorsan in" diyor şöför. zaten bağlasan durmam, kendimizi de deşifre ettik. yolun devamında "hani incirli'de inecektin" deyip beni iyice dellendireceksin sen.

evet aleksandır, cebimde 1.5 liram, bir de öğrenci biletim. bakırköy'deyim. küfür denizim de kurudu. kimseye de küfretmiyorum artık. ayaklarım incirli'ye doğru yürüyor belki e-5'ten bir otobüs yakalarım diye. yolun uzun olduğunu o gece keşfediyorum. incirli'de otobüs durağına kurulmuş gelen geçen arabaları seyrediyorum. otobüs geleceğinden zerre kadar umudum yok. durağın biraz ilerisinde bir dolmuş, ünlü dolmuş marşını çalıyor kornayla. kendi kendime diyorum ki, bu manyak kime çalıyor kornayı? benim dışımda kimse yok buralarda.

gideyim diyorum, bineyim şuna, uzatayım parayı. "nereye" diye sorarsa "ananım ..mına" diyeyim, leviye'yi yiyeyim, rahatlayayım. oldu mu kumpasçılar, rahata erdiniz mi?

biniyorum dolmuşa, 1.5 liramı uzatıyorum cebimdeki, bütün koltuklar boş. hemen şöför arkasına oturuyorum ki, leviye'yle uzanması zor olmasın.

bir şey demiyor şöför, ben biner binmez de sürüyor arabasını. onun tanrının gönderdiği bir kurtarıcı olduğunu o saat idrak ediyorum.

2 saat sonra aksaray'dayım, cebimde bir öğrenci biletim...


 


Tedirginliğimden sık sık uyuyamadığım geceler oluyor. Önceleri tatlı gelen, gecenin derinliğine dalınınca ağırlaşan, çekilmez olan bir tedirginlik. Yaşantıların olaylarına bağlı olup da olaylarla birlikte ölmeyen duygular ağır gelir yüreğe. Duyguların dayanağı olan insan yüzleriyle yaşandığı yerler ortadan silinince de canlı ve taze kalabiliyorlar, hem de anılar gibi değil, yaşandıkları gibi daha gerçek, daha güçlü olarak. Bütün gerçek dayanaklarını yitirdiklerinde de acıyla özlemin doğmasına yol açarlar, dayanıksız gövdeyi sallar gibi titretirler yüreği, yüreğin tedirginlikleriyle beslenirler, bugünü çalıp zehirlerler geleceği.


Ve geceleri sık sık soruyorum kendime: Nereden geliyor bu tedirginlik!?


***


Her kapalı kapı dilsiz ve korkutucu gelir bana. Ard niyetli ağızları andırırlar. Onları, ay ışığında seyrettiğimde, iki kanadı birleştiren çizginin genişlediğini, yavaşça kapının açılıp ardında korkunç, bilinmez bir şeyin gizlendiğini sanırım. her kapının ardında gizlenen, en sonunda hepimizi bekleyen şeyin.


Hücremin kapalı kapısını, yoruluncaya kadar, delicesine seyrederdim bir zamanlar.


Yalnız mezarlıklarda kapılar kapalıdır, tıpkı top atan tüccarların dükkanlarında, hastalıklı ya da başka mutsuzluklara uğramış evlerde, hapisanelerde olduğu gibi.


***


 


Geçmekte olan kara trenin düdüğü sayısız anıları sürükler ardından. Boğuntulu bir şey vardır bunda, hep bir şeyler, daima başka şeyleri hatırlatan.


Umutla yolculukların kuşkusu vardır bu ötüşte, sayısız ayrılışların acısı, anlamsız yolculukların sıkıntısı, gençliğin tedirginlikleriyle nice bekleyişlerin boşunalığı.


Ötüşünde [anılarda] eğlencenin taşkınlığıyla yeni yetmelerin çılgınlıkları, alınyazılarının öfkesi, bırakılmışlığın acısıyla yalnızlığı, insanların saçma bağlanışlarıyla güçsüzlüğü ses verir.


Bu ötüş her zaman yüreği anılarla yaralar, özlemle de zehirler, altımdaki düzlükte, dumanının ak bayrağını savuran yaygın ötüşlü bu kara tren.


***


 


Günümüzde insanı eyleme itenin başlıca ve biricik kışkırtıcısının korku olduğunu gördüm, ürkütücü, anlaşılmaz, çoğunca da nedensiz ama gerçek ve derin bir korku.


İki yıldır bütün insanların yüzünde görüyorum bu korkunç ve gülünç ifadeyi, insan yüzlerinden başka hiçbir görüntüde eşine rastlanmayan ifadeyi.


Sevecenlik dolu bir ifadedir bu, onda çevreyi kollayışla dilsiz bir acıma, ondan da çok bencillik vardır. Bu ifade, daha çok da, yere düşen bir çocuğun çevresini alanlara ağlamaya mı vursun işi yoksa gülsün mü diye bakarken, yüzündeki kararsız ifadenin gülünç ve değişken görüntüsünü andırır.


Belki başlangıçta başka nedenleri de vardı, bugünse korkudur başlıca nedeni bunun. Korkudandır insanların kötü, sert ve dönek oluşları, korkudandır merhametli ve iyi oluşları.


Aşağıdaki yukardakinden korkar hep. Korkacak hiçbir şeyi olmayansa kendi hasta düşlerinden korkmaya başlar, çünkü korku bütün beyinleri dolduran bulaşıcı bir hastalıktır.


Bana işkence edecek olanın içine bir bakabilsem sanırım küçük, yoksul bir yürekle karşılaşırdım, kararsızlıkla yoğrulmuş, yadırgamalarla tehditlerden korkan bir yürekle.


Acıyorum ona, bu merhametse ıstırap veriyor bana.


***


 


İkinci gecedir uyuyamıyorum.


Bıçakla oyulmuş yaş ağaç, kabuk bağladıktan sonra da yeni kabuğu üstünde güçlükle seçilebilen yaranın izini taşır. Sonsuz buzullu uzak diyarlar bile pek kısa süren ilkyazı sezerler. En derin kuyular da güney yeliyle suların neşeli çağıltısını duyarlar.


Her yara kapanır, her acı diner, bense hiçbir zaman iyileşemeyeceğimi unutamıyorum; yalnızlıkla sarılı olduğumu, sürekli olarak acı çekeceğimi ve ikilemler içinde kalacağımı. Sevinçleri düşlerimde görmek bile yasaklandı bana; dışarlarda bir yerlerde süren ve ışık düzeniyle içeri vuran yaşamanın apaçık güzelliğini duyamıyorum.


***


 


• Hala gecelerle gece gezintilerini seviyorum. Geceleyin hiç dışarı çıkmıyorum. Oysa, çoğunluk perdeleri kapatmaya gittiğimde bir zamanlar gece gezintilerimin üzerinde parlamış o eski yıldızları görür görmez bakışlarım gökyüzüne çevrilip coşkun yüreğim geceye sürüklüyor beni.


Gecede ay aydınlığıyla beyaza kesmiş, beni kendine çeken her yolun benim için yaratıldığını sanıyorum, bir aydınlık sis içinde yiten uzaklıklarsa sürekli bir biçimde bozguna salıyor yüreğimi.


Şimdi de sık sık eski aylaklık damarım kabarıyor: ama perdeyi çarçabuk kapatıp masanın başına oturuyorum.


***


 


Kendime geldim. İnsanlar arasındayım yine. Kendi kendini kıskanan tutkulu yüreğim kutladı yaşayan insanların arasına dönüşümü.


Peki şimdi nereye böyle: Nasıl da suskun ve yorgunum. Yaygaracı bir sevinçtir sert içki, salt yalnızlıkta etkisini gösteren zehir. Görünce tanımazlıktan gelen bana gönül koymuş dostlar gibi dargır dargın susuyor bırakılmış oda, yalnızlık düşünceleri beliriyor bir bir. Kendime geldim, ama gitmemiş olsaydım daha iyi olurdu belki de.


***


 


Uzun ve sıcak öğleden sonrası. Unutulanların öğleden sonrası. Bunu andıran günlerle düşünceler olur; notaların sese dönüşüp çalışını ya da şarkıcının hafif kısık, alto sesini andıran düşünceler.


Birilerinin üzerine serpmek istediğim, sonra da kendi üzerime serpilmesini istediğim sınırsız bir iyilik düşlüyorum. Düşlüyorum, oysa bir başımayım.


Bir armağan, bir bağış gibi, çiçek açışının gölgesi gibi, açıp hemen solan, kimsenin göremediği bir çiçek gibi bir mısradır içimde dolanan. Oturup kalemi mürekkebe banıyorum, bak hele, masanın üstündeki bu kitap da ne! Evet, gerçekten de neydi benim istediğim? Evet, bir mısra! Ah, nasıl bir mısra ama! Başım ağrıyor! - kalemi atıp dolaşmaya çıkıyorum.


Yine de, yine de, ruhun kaygılılığını, hayır, solgun yazın öğleden sonrasını, bu azalan acıyla yaşamanın dolambaçlı yollarının güzelliğini uzun uzadıya koruyabilecek birkaç cümle bırakmayı nasıl istiyorum.


 


***


Gerçeği kiraladığını sananlar, görünmeyin gözüme, görmek istemiyorum çünkü sizi.


Neden kötü niyetli birinin adımlarını andırıyor adımlarınız kaldırımlarda? Sabahları kendi kendinizden memnunsunuz, paralarını sayıyorsunuz geceleyin ve gideceğiniz her yere sizden önce varıyor kodamanlığınız.


Tanrısal kayırmanın ele geçmez kararlarına göre verilmiş size egemenlik, sizse elinizde tuttuğunuzu sanıyorsunuz tanrısal kayırmayı. İçinizde varolmayan herşeyin karşılığını zehirli tükürüğünüzle veriyorsunuz; kim dokunursa size, uzun süre andırır sizi!


Her gün tanrı önünde baş eğmenize karşılık, yüreğiniz dimdik durup kendinizi beğenmişliğinizi okşar baştan ayağa bütün düşünceleriniz.


Gerçeğinizle doğrunuzu gördüm; görünmeyin gözüme, görmek istemiyorum çünkü sizi!


Çev. Adnan Özyalçıner - İlhami Emin


Olay esnasında ordaydım, inkar edecek değilim! Olay dediğiniz hadise zaten benim başımdan geçti. Eh, inkar etmek boşuna, geri gelmez gidenler, sevenlerin ahını hiçe sayıp gülenler. Oy Emineeeeeeeeeeeeeeeeeeeeyyyyyyyyyy, Emineeeeeeeeeyyyyyy! keşke ibrahim tatlıses de aramızda olsaydı ama işte "isyan etmek boşuna"sı ile gönül telimizi titretmesi bile muhteşem ve bir o kadar da nazik bir davranış...


"kiya hoca girişten geyiğe sardı" dediğinizi duyar gibiyim. Fakat kabul etmelisiniz ki siz kaşındınız. Yoksa ben öyle oturayım da kargalarla yaşadıklarımı yazılı hale getirip insanlığın hizmetine sunayım gayesinde değildim. Zaten insanoğlu denen canlıya zerre kadar itimadım yok. Bakın ne diyorlar: "Buna kargalar bile güler!" Güler tabi gerizekalı! Sen biliyor musun kargaların ne hin, ne cin olduklarını? Anca böyle konuşursun işte aptal aptal! Kargalar gülermiş, gülmeyip de ne yapsın hayvanlar senin şu hayvanlığına? Ne yapsın şu kibir kibir böbürlenmen karşısında kahkahayı basmayıp da? Hee, sana kim inanır söyleyim mi? Kadir inanır anacığım, anca o inanır! Vallaha mal bu insanoğlu denen canlı, kendine dönüp bakmaz, sağa sola laf yetiştirir. Bu banal esprileri yapmaktan da geri durmaz işte. Kargalar da güler buna tabi, niye gülmesin?


Bakın eski bir çocuk şarkımız var, aslen bir Sivas türküsü olmakla birlikte TRT Çocuk Korosu'nun ünlemesiyle çocuk şarkısı olarak kalıverdi dimağlarımızda: "Bir sabah kalktım, avluya baktım, aradım taradım, bağırdım çağırdım, bili gah, bili gah, bili bili gah gah, güzel horozum, aaahhhhhh kar beyazım!" Evet, "horozumu kaçırdılar" türküsünü çığıran birine, aklı başında herkesin dönüp de "ahha, keçileri kaçırdı bu" diye bakmasından doğal ne olabilir? Adama bak, horozunu kaçırmışlar, suyuna da pilav pişirmişler! Bu ne sevgi ahhh, bu ne ızdırap! Bu çocuk şarkısı da nerden aklına geldi diyeceksiniz, şurdan geldi ki, olay dediğimiz hadise de benim bir sabah kalkmamla vuku buluverdi. Hatta daha ileri gideyim, ben olay yüzünden bir sabah kalktım.


Evet, hep bir ağızdan "lafı gevelemeyi bırak da şu olayı anlat!" demenize mahal vermeden olaya geçiyorum. "İşte bir sabah uyandığımda!" Hayır, öyle değil, işte o sabah uyandığımda evin çevresi "gaaaak gaaaak" sesleri ile inliyordu. Zaten ben de bu "inleyen nağmeler" yüzünden uyanmıştım açıkcası. "Ulen n'oluyor, kargalara tecavüz eden de kim ki feryat figan ediyor bu hayvanlar?" diye kendimi balkona atmamla gördüğüm manzara karşısında dona kalmam bir oldu. Ne tecavüzü efendim, ne tacizi? Meğerse karga takviminde ilkbahar başlıyormuş ve meğerse karga mitolojisinde bu ilkbaharı karşılama ayininde bakire bir kedi kurban etmek gerekir imiş. Şimdi size büyük bir kıyak geçeceğim ve olayı gözünüzde canlandırabilmeniz için tasvir denilen betimleme aygıtını kullanacağım:


Bakın, o tarihlerde benim balkon arka bahçeye bakıyordu. Arka bahçe geniş bir yerdir. Böyle 2 metre yüksekliğinde kömürlük diye tabir edilen kulübeler dizilidir kenarında bu arka bahçenin. Ortasında da bir dut ağacı vardı ama evsahibi bahçeyi kirletiyor diye boynunu vurdurdu koca ağacın. İşte o ağaçtan da bir metre 10 santim boyunda bir kütük kaldı bahçenin ortasında. hep bir ağızdan "kiya hoca'ya bak, üşenmemiş, gidip kütüğün boyunu ölçmüş" dediğinizi duyar gibiyim. Ulen hayvanatlar, siz pipinizin bile boyunu ölçüyonuz, bişey diyor muyuz? Tabi o kütük niye kaldı diye düşünürken bunun cevabını da kurban bayramı esnasında bulmuştuk. Meğerse kurbanı yüzmek için o kütüğe asmayı uygun bulmuşlar ve sırf bunu düşünerek o koca kütüğü bahçenin orta yerinde bırakmışlar. Şimdi elimizdekileri toplayalım: Bahçenin kenarında her daireye bir adet olacak şekilde sıralanmış kömürlük kulübeleri ve bahçenin ortasında da bir adet 1 metre 10 santim yüksekliğinde 75 santim eninde ağaç kütüğü var. Tabi bahçede başka şeyler de var, yanlış anlaşılmasın. Mesela kapıcının çamaşır astığı çamaşır ipi, çapraz bir biçimde bölüyor bahçeyi. Çeşitli bitkilerin yanında meyvelerini döküp bahçeyi kirletmediği için canını kurtarabilen malta eriği var mesela. Ama bunlar konumuzu ilgilendirmiyor. Olayımızdaki hadise, kütük ile kulübelerde gerçekleşiyor.



Evet efendim, tasvir denilen betimlememizi burada sonlandırırken artık olay denilen hadisenin nasıl gerçekleştiğine geçebiliriz. En son hatırlarsanız ben karga ciyaklamaları arasında kendimi balkona atmış ve gördüğüm manzara karşısında donakalmıştım. Şimdi tasvirimizden yararlanalım; hani kömürlük denilen sıralı kulübeler vardı ya; hah, işte onların üzerine tek ve nizami bir sıra halinde kargalar dizilmiş. Oldu mu, canlandı mı gözünüzde? Tamam! Arka sıraaa, hüeeeyy? Onlar da tamam. Şimdi, bi tane de ağaç kütüğümüz vardı, işte onun üzerinde de bir adet karga! Ben ona Şaman Karga adını verdim, çünkü ayini o yönetiyordu ve kurban onun ayağının altındaydı. Evet evet, iyi tahmin ettiniz: Bakire bir kedi yavrusu vardı ayağının altında! Birden irkildiğinizi görür gibiyim, hatırlarsanız zaten ben de manzarayı görünce dona kalmıştım. Tabi ilk şaşkınlığım geçince hemen kendime bir sandalye alıp balkona kuruldum ve karga ayinini seyre koyuldum. Kusura bakmayın ama çayı ocağa koyacak vakit yoktu ve bilimsel sorumluluğum neyşinıl cografik tadındaydı. Evet, o timsahlarla dans eden adam elbette bir sürü keşif yaparak hayvanlar dünyasını tanımamızda büyük pay sahibi oluyordu. Ama işte burada da karga ayinini seyreden kiya hoca bulunmaktaydı. Açıkcası bilimsel düstur açısından kendimi hiç de bu kiptiyoz timsahlarla dans eden adamdan aşağı görmüyordum. Ancak tabi benim elimde kamera ve teçhizat bulunmadığından bu gözlemi ancak yazarak iletebiliyorum sizlere. Tabi ki kalbim kırık, boynum bükük bu yüzden. Ama yazdıklarımda zerre yalan varsa şurdan şuraya gitmek nasip olmasın, o derece yani!..


Konuyu dağıtmayıp olayı irdelemeye devam edelim: Son olarak kargaların ilkbaharı karşılamak için yaptığı bakire kedi kurban etme törenindeydik ve muhabirimiz aynen kiya hoca'ydı. Hoşgeldiniz sayın kiya hoca, uzun süredir görmüyorduk sizi. En son "Guatemala'daki yanardağlar neden yanıyor?" isimli çalışmanız yayınlandı. Ancak biz tabi ki "Kargaların Mitolojisi insanlarınkine çok uzak değil" konulu çalışmanızla ilgili olarak şey ettik. Siz karga ayinini canlı olarak yaşayan ve canlı canlı anlatan yeğane tanıksınız. Bize gördüklerinizi anlatır mısınız?


- Bakın sayın Güntemberg, bi kere olayı benimle birlikte kapıcının oğlu da görmüştü. Ama tabi bilimsel yetkinliği olmadığından olayın ehemmiyetine vakıf olamadığı gibi kargaları kovalayarak gerçek bir bilimsel gözlemi yarım bıraktı. Ancak ben tabi ki olaydan çıkarılacak bütün sonuçları derledim ve insanlığın hizmetine olacak şekilde şekil verdim.


Anlıyorum, olay sizin anlatımınıza göre saat 10:30 civarında gerçekleşmiş.


- Evet, sanırım kargalar sabahın seheri yerine böyle öğleye doğru havanın biraz ısınmaya yüz tutmasıyla ayinlerinin daha başarılı bir sonuca ereceğini düşünmüşler. Yani insan saati ile 10:30'un karga saatinde neye denk geleceğini kestirmek zor ama bence baharın yeni yeni yüzünü gösterdiği o tarihlerde erken saatlerin soğuk olacağı düşünüldüğünde seçilen saat kurban töreni için mükemmel bir zaman dilimi. Zaten benim babam da o saatlerde keserdi kurbanı bayramda.


Evet, peki olayı tam olarak canlandırmak istersek neler söyleyebiliriz?


- Efendim, biliyorsunuz bizim bahçede kömürlük denen bir sıra kulübe var. (Bilmiyoruz demeyin hıyarlar, yukarda anlattık.) İşte onların üzerine........ Eee, olmuyor ki ama, sabahtan beri aynı şeyi anlatıyoruz. Neyse efendim, Şaman Karga şeydeydi, kütüğün üzerinde, ayağının altında da kedi yavrusu. Tabi, bir sürü insan bilir bilmez konuşuyor. kiya hoca olayları seyredecene koşup kedi yavrusunu kurtarsaymış. Heh, o neyşinıl cografik'tekilere de "olayları seyretcenize ceylanları, geyikleri kurtarsanıza" deseniz ya!.. Anca kiya hoca'ya gelince böyle konuşursunuz zaten. Bilimsel sorumluluğum bir yana ben uyandığımda zaten kedi yavrusu ölmüştü. Ben ne bileyim karga ayini olduğunu o sabah. Alla alla ya...


Tamam efendim, sinirlenmeyin. Sonuçta ölü kedi yavrusu şaman karga'nın ayağının altında. Sonra?..


- Sonrası efendim, bu Şaman Karga böyle kubur kubur kuburdanarak dolanıyor kütüğün üzerinde. Böyle bi şişinme, bi kibir içerisinde sanki. Sonra dönüyor vuruyor bir gaga, kedi yavrusuna, bir parça koparıp havaya doğru fırlatmasıyla gaklaması bir oluyor!..


Aman tanrım!..


- Yaa ne sandınız? Şaman'ın gaklamasıyla birlikte kömürlüklerin üzerine dizili karga sürüsü ortalığı birbirine katıyor: "GAAAAAAAAAKKK!! GAAAAAKKKKKKKK!!! GAAAAAAAAAAKKKK! Ortalık inliyor desem abartı olmaz... Sonra bi müddet sessizlik ve yina aynı sahne!..


Yarabbi bu ne iş?


- Ben de aynen öyle dedim, yarabbi dedim, biz insanken vakti zamanında eskiden ve ilkelken böyle törenler yaparmışız. Ama kargalara ne ola ki?


Ne ola ki imiş?


- Ne olası var mı? Onların da yaşaması var, akılları var. Bizim yaptığımızı onlar niye yapmasın? Yapıyorlar işte; tam karşımızda Kargaların Bakire Töreni!


Abuuuvvvvvvv!!! Siz ne diyorsunuz kiya hoca!!!


- Yaaa, abuvvv ya, kendinizi çok akıllı sanıyordunuz di mi? Bakın İngiliz bilimadamları kargaların alet yapabildiğini keşfettiler. Karl Marks'ın kankisi olmakla kalmayıp aynı zamanda "Tabiatın Diyalektiği" gibi bir kitabı bir kalemde yazacak kadar önemli bir bilgin olan Friyedrik Engels'in dediği gibi "insan evrimi, alet yaparak geliştiyse" kargaları müstakbel dünya hakimi olarak sunmamda hiçbir sakınca yoktur.


Vallaha şaştım kaldım!


- Şaşmasan şaşardım zaten! Hehe, bu hayvanlara dikkatle bakarsanız böyle bir büyüklenme, böyle bir kendinden eminlik, böyle bir nasıl diyim, yürüyüşlerinde bile bir hal vardır bunların. Bence kafalarından şunlar geçiyor: "Heh, bi zaman dinazorlar vardı senin yüz katın. Dünya onlara kaldı mı ki sana kalsın insan efendi!" Kargalar bile gülüyorlar yani halimize, ben de çok gülüyorum işbu hale, nasıl gülmeyim a dostlar, nasıl gülmeyim...


Not: Efendim kargalarla yaşadığım bu inanılmaz deneyimin ardından elbette bu hayvanlara yönelik araştırmamı derinleştirdim. Dolayısıyla bazı insanların karga deneyimlerine de araştırmalarım sonucunda ulaşıp ortak oldum. Bu insanlarla birlikte Kanarya Sevenler Derneği'ne rakip olarak Karga'ya Bayılanlar Derneği'ni kurmak gibi bir çalışmamız yok çok şükür. Fakat bu doğaüstü deneyimlerin de bir kaydının tutulması şart. Mesela evine giden yol karanlık olduğu için büyükçe bir fener alan ve 3-4 günün sonunda kargaların saldırısına uğrayarak kafasına epeyce dikiş atılmak zorunda kalınan insan evladının hikayesine duyarsız kalabilir miyiz? Öte yandan kargaların, "ulen bizim mahalleye fener tutup gece vakti asabımızı bozmaya ne hakkın var" deyip bu insan evladına saldırılarını yalnızca vakayı adliyeden sayabilir miyiz? Bir karga yavrusunun balkonlarına düşmesi ve evin hanımının boş bulunup bu yavruyu içeri alması sonucu kargalar tarafından kuşatılan mahalleyi ve evinden çıkamadığı için 2 sınavı kaçıran üniversite öğrencisini ancak "vah vah" sesleriyle mi anmalıyız? Hayır, bütün bunlar kargaların ne denli organize hareket ettiklerinin ve tabi insan soyunun yerine dünyanın yönetimine aday olduklarının en somut belirtileridir.


Yine de Maçka Parkı'nda gözlenen karga-insan dostluğunun en somut örnekleri de her türüyle doğaya olan inanç ve saygımızı büyütmektedir kuşkusuz. Olayı zikreden insan kişisi "yeminle billah" diyerek olayın kuşku götürmez bir biçimde gerçek oluşuna işaret etmektedir. Şöyle anlatıyor bu insan kişisi:


Bir gün arkadaşımla Maçka Parkı'nda geziniyorduk. Yaşlıca bir hanım elinde siyah bir poşet, hemen önümüzde yürümekteydi. Zengin muhitinden olmakla birlikte hırpani bir görüntüsü vardı. Bu hırpani görüntüydü hali hazırda dikkatimizi çeken. Ama az sonra siyah poşetin içindekileri yere döküp yukarıya kaldırıp başını "KARGAAAAAAAAAAAAAAAAA" diye bağırması bir oldu. Biz "yaşlılık işte, herhalde tırlatmış biraz" diye düşünürken gökte siyah bir noktanın yavaş yavaş yere doğru seyrettiğine tanık olduk. Evet, bir kargaydı bu, "KARGAAAAAAAAA" diye çağrılan karganın ta kendisiydi. Kadının ayağının dibine konup, sunulan yemeğini yedi. Geldiği gibi gitti sonra; bize kalakalmak düştü tabi...


Düşer evlatlarım, size daha çok kalakalmak düşer, kargalar güler, ben gülerim. O kadın mı? Belli ki kargaların ajanı olarak İstanbul'un göbeğinde fink atıyor ve belli ki insanların bu vurdumduymaz, bu hiçbir şeyin farkında olmayan aptal hallerine bizim kadar gülüyor.







evet efendim, bugün çok ilginç bir deneme yapacağız. hep bir ağızdan "nasıl bir deneme yapacağız acep" dediğinizi duyar gibiyim. çok basit efendim; şimdi bizim zamanımızda lise edebiyat dersleri üç koldan saldırırdı öğrenciye: dilbilgisi, edebiyat ve tabi kompozisyon. şimdi dilbilgisi deyince aklıma geldi; bu dil bilgisi sözcüğünün ayrı mı bileşik mi yazılacağı sürekli dil bilginlerini birbirine düşürmüştür, bilmem farkında mısınız? tabi en son olarak alimler bu dil bilgisinin ayrı yazılmasına karar kıldılar ama ben buna şiddet göstererek karşı çıktım. bu şiddet gösterilerimde 101 gösterici ile 15 adet kolluk görevlisinin yaralandığını söylesem bilmem bana inanır mısınız? hep bir ağızdan "inanmayız" dediğinizi duyar gibiyim. o zaman neden 98 değil de 101 sayısını tercih ettiğimi anlatmama izin verin, aslında şaşılacak pek bir şey yok 101 dalmaçyalı'dan aklımda kalmış olacak.

bakın yine gevezeliğe daldık ve asıl konuyu es geçtik. evet, lise edebiyat derslerinin kompozisyon isimli kısmı vardı, yoktu diyemezsiniz değil mi? tabi ki diyemezsiniz, sanki ben bunu bilmiyor muyum? sorumdaki gaye başka, şimdi bakıyorum mesela büyük yazarlar böyle bir şey yapıyor bazan. nasıl bir şey diyeceksiniz, ben de "işte öyle bir şey" diyerek hem sorunuza cevap vermiş ve hem de ziyadesiyle güzel bir espri yapmış olacağım. tam dozunda yani, zaten ne demişler, herşey dozunda güzel. tabi bir de "hayat sevilince, sevince güzel" şeklinde bir zekai tunca şarkısı vardır. ancak o şu anda konumuz dahilinde değil. zaten hep birlikte "konumuz ne ki zaten gerizekalı, üç saattir saçmalayıp duruyorsun" dediğinizi duyar gibiyim.

hayır hayır! böyle demeyin, hem konumuz var ve hem de bu konu çok ciddi ve ehemmiyetli bir konu. şimdi biz niye konuyu kompozisyon derslerine getirdik? çünkü efendim bu kompozisyon sınavlarında hatırlarsınız bizlere kompozisyon yazdırırlardı. şimdi hep birlikte "ee, kompozisyon sınavlarında matematik sorusu soracak değillerdi ya" dediğinizi duyar gibiyim. tabii olarak haklısınız, ancak benim derdim şu anda o değil. tabi çıldırmak üzre olup "derdin ne lan pezevenk, üç saattir kafa ütüledin" dediğinizi duyar gibiyim. aslında ben de tam o konuya geliyordum zaten. öncelikle bana böyle bir konuda açıklama yapma şansı verdiğiniz için teşekkür ederim. şimdi konumuz şudur ki, bu kompozisyon sınavlarında bir atasözü verilip, bu "konuyla alakalı bir kompozisyon yazınız" denirdi mesela. şöyle yazalım soruyu:

"AK AKÇA KARA GÜN İÇİNDİR

Yukarıdaki atasözünü açıklayan bir kompozisyon yazınız."

ahhahhaa, işte geldik sadede; artık konuyu yavaş yavaş sezinlediğinizi duyumsar gibiyim. duyumsar deyince kız ismi olarak "gülümser"in güzel bir isim olduğunu düşündüğümü iletmeme de izin verin. gerçi çok kullanılan bir isim değil ama yine de güzel. düşünsenize, "gülümseeeeeeeer, hayatım bana ordan bi bardak su uzatsana!" evet, cümle içinde de çok güzel gidiyor valla. neyse, biz konumuzu açıklayalım bakalım:

evet, yazının başlığı bir afrika atasözüdür ve biz şu an bir kompozisyon sınavında imiş gibi bu sözü açıklayan bir kompozisyon yazacağız! nasıl, süper di mi? tabi, bu denememizde siz sevgili okurlarımızı da aramızda görmek bizi ayrıca gururlandıracaktır. gururlandıracaktır dedim de, bir kız ile bir oğlan evlenirken basılan o sevimsiz davetiyeler de nedir öyle? hayır, çoğunun estetik yoksunu olması bir yana bir de bu lafı anlamam işte: "sizleri de aramızda görmekten sevinç/onur/gurur duyarız" gibi bir saçmalık. hadi erkek tarafının babası gurur duyuyor da sana ne oluyor be kız tarafının babası olan adam. "ahha, şu oğlan var ya, damatlık giymiş olan, bu gece benim kızı şeedecek, sizlerin de aramızda bulunmasından büyük gurur duyuyorum!" yuh yani, yuh ki ne yuh! ben senin kadar düşkün bir adam görmedim kız tarafının babası olan adam, sana ne söylesem azdır! bir kere sen, kızını birisi şeyetse çeker hem kızı hem kızı şeyedeni vurursun normalde. ama işte bu gece, hep beraber senin, kızının şeyedileceğine dair gururunu izlemek için toplandık, yuh sana, sana çok daha ağır şeyler derdim ama öncelikle bir kompozisyon yazmam gerek. sınavı geçeyim, bak sana neler diyorum!

neyse, biz kompozisyonumuza geçelim, yalnız şu kız tarafının babası olan adam var ya, feci bozdu sinirlerimi. neyse, ben bu sinirle de yazarım bir kompozisyon, hiç dert etmeyin. konumuz neydi, hah, leopar! bravo, ben çok severim bu leoparı, hele de kar leoparı yok mu, maşallah diyin canlar, day niri naynay, tiri nay nay!

evet, leopar konusunda diyeceklerim var, dinleyin. şimdi atasözünün dediği gibi, leoparın kuyruğunu tutmak insan evladına yakışan bir hareket değildir. zzaten açık konuşmak gerekirse, bir insan evladında leoparın kuyruğunu tutacak cesaret var ise genelde genç yaşta ölmüş gitmiştir o yiğit kişi. çünkü leoparın kuyruğunu tutmak, elini elektrik prizine sokmaya benzer, çarpılırsın alimallah.

fakat diyeceksiniz ki, "ne saçma, sanki leoparı bulduk da, kuyruğunu tutacağız!" evet, yerden göğe kadar haklısınız. bakın, siz ne kadar haklıysanız, afrika steplerinde günün her günü bir leopara rastlayan afrikalı kardeşlerimiz de haklıdır. siz ne kadar "leopar beni ilgilendirmez, ben işime bakarım" derseniz, afrikalı'nın da yaşamın gerçekleri arasında işini yapabilmesi için leoparın kuyruğunu tutmaması gerekir.

yine itiraz ettiğinizi duyar gibiyim; "ne saçma, sanki leoparın kuyruğunu tutmak o kadar kolay da!" efendim elbette kolay değil, fakat orda bir metafor var dikkat ediniz, ki bu metafor biz de başka türlü [ziki tutmak şeklinde] ifade edilir. mesela bir afrikalı da çıkıp, "yuh be, tü sıfatınıza sizin, demek her gün tutuyorsunuz o şeyi de o yüzden böyle konuşuyorsunuz" derse haklı olmaz mı efendim. bunu da düşünmek gerekir yani.

bu sebeple kompozisyonuma devam ederken, sivas'ta vatani görevini yapmakta olan teyze oğluna da burdan sesleniyorum: "ulen sen ne şerefsiz adammışsın! hani gitmeden evvel bana olan borcunu ödeyecektin, hayvanoğlu hayvan seni!" bakın yine sinirlendim, ee bu sinirle leoparın kuyruğunu tutsam yeridir. neyse, konu yine dağıldı toparlayalım:

leoparın kuyruğunu tutmak hiç de hoş bir hareket değildir. ancak bir de şöyle düşünmeli; bir leoparın kuyruğunu tutmak mümkün müdür? çünkü bilirsiniz, bu kedigiller, dokuz canlı olmalarının yanında, bir de acayip hissiyatlı canlılardır. koku almakta da, ses işitmekte de ve dahi görmekte de üstlerine yoktur bunların. yani demem o ki, siz siz olun, öyle uykusuna yatmış iken gidip kuyruğunu tutayım demeyin leoparın. bu yaptığınız sinsice bir hareket olmasına karşın leoparın kuyruğu yerine neyi tutacağınız yukarda açıklanmıştır.

tabi, afrikalı'lar ilginç insanlar, "velev ki" diyorlar, "velev ki denyoluk edip tutmayı başardın o kuyruğu, o zaman bırakmayacaksın arkadaş!" işte bu manzara her zaman gülmekten katılmama sebep olmuştur. düşünsenize, adamın biri leoparın kuyruğunu her nasılsa tutmayı başarmış ve işin daha zor kısmına geçmiştir. bu bir bilgisayar oyununda level atlamaya benzemez. oyundaki level, kademe kademe, azar azar artırılarak oyuncunun uyumu sağlanmaya çalışılır. ama leoparın kuyruğunu tutan adam için öyle mi ya? o daha girişteki görüntüleri izlerken son levele atlamış oyunculara benzer, tek bildiği kuyruğu bırakmayıp hep arkada kalması gerektiğidir. çünkü ön tarafta leoparın ağzı vardır ve bence şu an en uzak durulması gereken bölge orasıdır. ancak bu nereye kadar başarılabilir? bunu bilemem ama bu afrika atasözüne canı gönülden katıldığımı görmüşsünüzdür.

bırakma a benim salak kardeşim, ne zikime derman olacaksa gittin tuttun o kuyruğu madem, bırakma sakın! afferim, seni gerizekalı seni, gram akıl var mı sen de acaba? hah, afferim, öyle sıkı sıkıya yapış o kuyruğa gözlerin yuvalarından fırlayarak, afferim!