Background

ayrıntılarda gizlenen insan portreleri - 1


evet efendim, atalarımız boş yere nefeslerini tüketmedikleri gibi boş yere de boş laf etmemişlerdir. nitekim "gerçekler ayrıntılarda gizlidir" tarzındaki laforizma bir atasözü değilse bile atasözünden çok daha değerlidir yeri geldiğinde. işte bu bölümde her gün belki de yüzlerce kez karşılaşıp da görmezden geldiğimiz insan portrelerine zoom tutacak ve o kahraman kişilerin acılarına ve sevinçlerine ortak olacağız. arada yemeklerine de ortak ederlerse bu yiğit kişiler bizleri, çok müteşekkir kalırız. ama etmezlerse de canları sağolsun, bu dünyada olduklarını bilmek bize yeter.

evet, ilk portremize geçelim:

son düzlükte otobüsü kaçıran adam

ah efendim, size ne desem bilmem. hani dünyada yüreciğimi paralayan bir şey varsa işte o da bu "son düzlükte otobüsü kaçıran adam"dır. düşünün, taa nirelerden koşup gelmiş, kendini bir anda araçların ortasına atarak can havliyle karşıya geçmiş ama işte o son 2-3 adımda otobüsün hareketine mani olamamış o insan, işte o yürekli kişi, hangi insan evladının taaa yüreğinin derinliklerine dokunmaz, söyleyin!

hani karşıdan doğru koşmasa da otobüse paralel koşsa var ya, el kol edip dikiz aynasından görüntülenebilecek ve büyük ihtimalle durdurabilecektir otobüsü ama onun şansı doğuştan yaver gitmemiştir zaten. karşıdan karşıya bodoslama geçerken ezilmediğine dua etse yeter de artar bile.

bakın bu "son düzlükte otobüsü kaçıran adam olmak" hiç de sanıldığı kadar kolay değildir. hani giden otobüsün ardından "hay anayın te encüğüne..." diye küfretmek bir nebze nefsi rahatlatabilir. ancak hemen ardından kendisine yönelmiş gözleri ile durak sakinleri ile karşılaşmak, kaçınılmaz bir sondur. hani az biraz nefes nefese kalması da önemli değildir ama işte şimdi kendisinde toplanmış bu çift gözler topluluğu ne düşünmektedir bilmiyor mudur bu yiğit kişi? herkesin kahramanı o anda o olmuştur birden. hani otobüsten umudu kesip de en azından durağa biraz sakin girse bütün bu sorunlar yaşanmayacaktır. ama işte o son 2-3 adım, bütün durağın ilgisini geri dönülmez bir biçimde bu adem evladına çevirmiştir. şimdi, her ne kadar aralarında konuşmasalar bile akıllarından geçirdikleri herhalde şudur: "vah vah, gencecik de oğlan, nasıl da kaçırdı 2 adımda arabayı, tüüü! acaba bir sonraki arabayı mı bekleyecek, yoksa o yönde bir otobüse binip aktarma mı yapacak?"

ohhh, işte durak bekleyenine de mevzu çıkmıştır şimdi. acaba ne yapacak son düzlükte otobüsü kaçıran adam? hani bu sersem bekleyenlerin böyle üzerinde düşündüklerini bilmese hiç kuşku yok yarım saat sonraki arabayı bekleyecektir bizimki. ama işte, bütün durağın ilgisi üzerindeyken aklıselim bir karara varmak da mümkün değildir. hatta durak bekleyenlerinin çoğu bekledikleri otobüslere binip gitmiş ve onların yerine yeni bekleyenler gelmiş olsalar bile bu bizim zavallı son düzlükte otobüsü kaçıran adam, yine de herkesin mevzuyu bildiğini düşünür. o sırada orda ortak hafıza kol gezinmektedir ve kusura bakmayın ama son düzlükte otobüsü kaçıran kişiyi faka bastırmak hiç de kolay değildir.

işte bu yiğit kişi, yalnızca durak bekleyenlerine olan saygısından dolayı ve aslında hiç de acelesi yokken binip gider o yönde ilk gelen otobüse. yüreği elvermez bu kadar insan işlerini güçlerini bırakıp kendisini düşünsünler. hani o son düzlükte kaçırdığı otobüs aslında ve gerçekte bu yiğit delikanlıyı kaçırmıştır. işte o kendisine yakışan bir vakar içinde gelen ilk otobüse binmektedir ve aktarma parası da durak bekleyenlerine feda olsundur.

güle güle son düzlükte otobüsü kaçıran adam, kalbimize kattığın sıcaklık ve yüzümüze kattığın azıcık tebessüm için sana ne kadar teşekkür etsek azdır. işlerin yolunda gitsin babayiğit kişi!.


mektup soundcloud.com'dan geldi. yüklediğim bir şarkıya copyright itirazı yapılması üzerine yayından kaldırıldığını bildiriyordu kısaca. durum sinirimi bozmakla kalmadı, bir süredir üzerinde düşündüğüm "ne işe yarar bu copyright?" sorusunu da tartışmaya açmama neden oldu.

bizde telif hakkı denilen ve orijinalinde kopyalama hakkı (kopya edinme de dahil) olarak bilinen bu olayın şöyle bir açıklaması var: efendim, adam sanatçı ya, hee, işte üretiyor ya, ee, işte rahatlıkla üretimine devam edebilmesi için boş zamana ve kafa rahatlığına ihtiyacı var ya, dee, işte o yüzden bu sanatkâr'ın yarattığı eserlerden geçinebilmesi gerekir ki bunları yapabilsin. tabi, bu kabaca bir açıklama, işin içine bu kişinin birlikte çalıştıkları kimselerin geçimlerinden tutun da, üretim masraflarına kadar her şey sokulabilir. durum biraz aristokrasi veya burjuvazinin desteğiyle üretimini garantiye alan sanatkâr'ın, kopyalama teknikleri geliştikçe kendi başına bağımsız üretimi için gayet açıklanabilir bir yöntem olarak görünüyor. ancak tabi ki tekelleşme boyutunda iş, yine dönüp dolaşıp asıl olarak yapım ve dağıtım tekellerinin kârlarıyla ilgili bir çerçeveye sıkışıyor. böylelikle kültür ürünü, varil başına fiyatı belirlenen bir meta'dan öte bir şey olamıyor.

bu çerçevede "kültür ihraç eden ülkeler topluluğu" (bu pazardan en fazla payı abd almak üzere) bu copyright mevzuunu bir cendere haline getiriyorlar hem kullanıcılar hem de ithalatçı ülkeler için. kullanıcının ürüne ulaşması sorunu ayrı olmak üzere, hali hazırda diğer ülkelerden sırf copyright mevzusundan dolayı bu ihracatçı beylerin kasasına ciddi miktarda para giriyor. kültür ürünlerine yazılım ve diğer ürünleri de eklediğimizde copyright pazarının boyutu oldukça büyüyor. nitekim, (yanlış hatırlamıyorsam) 2001 senesinde yapılan dünya ekonomik forumu'nda hindistan'ın başını çektiği bazı ülkeler, konuyu dillendirip telif ücretlerinin makul düzeye çekilmesi ve bu olana kadar da korsan yayınlarla mücadele konusunda isteksiz davranacaklarını bildirdiler. tabi bu çıkış, en büyük tüccar abd'nin sert direnişiyle karşılaştı ve bir daha da gündeme gelmedi.



öte yandan konu biraz çetrefilli. örneğin, hiçbir kazanç sağlamadan bir internet sitesine şarkı ekleyen ve yine bir kazanç sağlamadan yalnızca dinleyen kullanıcılar için copyright gerçekten saçma bir durum oluşturuken, bu paylaşımı ciddi bir kazanca dönüştüren site sahibinin durumu ayrı bir sıkıntı yaratıyor. yine de kullanıcılar, kendi paylaşım yöntemlerini geliştirerek bu durumu bertaraf edebiliyorlar. yine bu sayede, dünyanın her yanından her türlü üretime ulaşma olanağı oluşuyor. bu, çoğu zaman üreten olarak sanatkâr'ı herhangi bir zarara sokmadığı gibi, daha geniş bir tanınmışlık olanağı da sağlıyor. ancak yapım ve dağıtım tekelini elinde tutan beyler, kâr'dan yapacakları zararın boyutuyla ilgileniyorlar sadece.

bu konuda geçenlerde ilginç bazı gelişmeler de yaşadık. müyap'ın başvurusu üzerine myspace ve last.fm'e türkiye'den erişim engellendi bir süre. müyap'ın başında ise, eski "paylaşımcılarımızdan" bülent forta oturuyordu. merakım şu yönde ki, forta'yı müzik üreticisi yapan ve ada müzik'in adını duyurmasında en büyük pay sahibi olan onlarca kasetlik "dünya demokrasi şarkıları" serisi için kendileri tek kuruş telif ödemiş midir?

merak ettiğim bir diğer konu da lily allen'i kim susturdu? nitekim 2 sene evvel blog'unda "artık bu copyright mevzusunu yeniden tartışmanın zamanı geldi" diye yazan allen, kısa bir süre sonra blogunu kapatıverdi. tabi, komplo teorisine memleketten bolca aşina olduğumuz için hemen plak tekellerinin bu işin arkasında olduğu kanısına kapıldım :) işin şakası bir yana, bu tanınmışlıktaki bir şarkıcının ve bu sistemden gerçekten kâr eden birinin bu belirlemesi oldukça önemliydi. ancak bakalım bu tartışma hangi baharda başlayacak?

telif hakkı denilince halk ozanımın hüseyin çırakman'ın öyküsüyle konuyu kapatalım. çırakman'ın öyküsü, olaydaki çetrefili bir kez daha gözler önüne seriyor. "bugün bize hoşgeldiniz erenler" isimli türküsü hemen her gün trt'de çalınan çırakman'a akıl veriyorlar yıllar evvel, "yahu sen burda sersefilsin, türkülerin her yerde çalınıyor. git paranı istesene." çırakman varıyor trt'nin kapısına; telifini istiyor çalınan türkülerinin. kapıdan kovuyorlar tabi, "bundan sonra senin türkülerini de çalmıyoruz" diyerek :)

mahkemeye verdiği dilekçe şöyle başlıyor çırakman'ın:

arı gibi çiçeklerden bal yaptık
sinek geldi ona kondu hakim bey
halk'tan hak'tan ilham alım bol yaptık
onu kendisinin sandı hakim bey

sanatçının üretim sürecini ve üretimini korumak elbette önemli. ancak bugün, insani bir sistemle her türlü üretimin korunabileceği bir düzey var iken, hala tekellerin karı için barbarlığa varan düzenlemelere başvurmak akıl karı değil. çırakman'ın dilekçesinin sonunu dinleyelim:

hastayım derdime bakmıyor doktur
hakim bey vallahi derdimiz çoktur
benim hiçbir sosyal güvencem yoktur
nice ocak böyle söndü hakim bey


cehennemde bir mevsim
günahıma az gelir
açar isem şarabı
kulağıma saz gelir

ömür ise cehennem
ve cennet ölüm ise
dolarsa çilehanem
şu gönlüme haz gelir

komşunun tavuğu var
ki kendine kaz gelir
kiya denilen hıyar
bu haneye az gelir

ama bir de geldi mi
asit ile baz gelir
şu sedasız haneye
nerdeyse avaz gelir


Evrenselblok'ta Pan Monroe, Onur Akın'ı resmedip, "Bu tipin ülkeye vereceği ne var?" diye sorunca artık susmak kabiliyeti kalmamış oldu. Bu tip dediği devrimci-demokrat (ne demekse) şarkıcımız Onur Akın olmasa elbet söylenecek bir şey yok. Ama Onur Akın denince akan sular durulur buz olur bende.

Onur Akın'la ilk karşılaşmamız, 80 sonrası öğrenci hareketliliğine 1 Aralık Basın-Yayın işgali olarak geçen eylem sonrası yaşanan gözaltılardaydı. Her zamanki talihsizliğimle gözaltına alınmış olsam da, çevik otobüsünde şansım yaver gitti ve cüzzamlıymışım gibi kimse yanıma oturmadı. Böylelikle boş kalan koltuğa bir çevik kuvvet memuru kurulunca yol boyunca çok samimi bir sohbet geliştirdik. Öyle ki enseye tokat denilen türden bir muhabbet.

1. Şubeye vardığımızda bir garaj dolusu insanı başlarına montlarını geçirip çömeltilmiş halde bulduk. Az sonra davudi bir ses, "Bu bağlama kimin lan!" diye haykırınca ince ve ağlak bir ses "Benim" diye ortaya çıktı. İlkay Akkaya ile birlikte Grup Baran'dan tanıdığımız Onur Akın'dı bu. Davudi ses, onu çağırıp "Ne çalıyon lan sen bunla?" diye sorunca, "Müzik" deyiverdi tabi garibim. Tabi ki karşı taraf tatmin olmadı bundan ve "Nasıl müzik yani?" diye devam etti. "Özgün müzik" dedi Onur Akın. "Haaa" dedi sesin sahibi, "Ahmet Kaya gibi!" "Değil" dedi bizimki, "biraz daha farklı." Tabi tüm muhabbet sırasında da enseye tokat denilen türden samimiyet yaşanıyordu aralarında, tıpkı bizim otobüste diğer arkadaşla yaşadığımız gibi. Samimiyetin tek yanlı olması iyi değilse de, hiç olmamasından iyiydi.

Onur Akın büyüdü, özgün müzik yaptı. Ahmet Kaya'dan da biraz farklı yaptı gerçekten. O ağlak ve sızlak sesiyle, ağlak ve sızlak bir biçimde yaptı. Vedat Türkali'nin güzelim İstanbul şiirinin ırzına geçmekle kalmadı, "isssss.....taaa..aa.annn...bullllll" diye de bir yer ismi hediye etti memlekete. İşte, Pan Monroe'ye diyeceğim budur. Memlekete vereceği ne var bu tipin diye sormadan evvel düşünmek gerekir.

O vakitler Ahmet Kaya, daha o melun olay yaşanmadan devrimci-demokrat sol tarafından linç edilmişti. Arabesk deniyordu onun müziğine. Solcu gençler içinde abilerinden gizli dinleyenler de vardı. Hani Ahmet Kaya da öyle ipe sapa gelir şeyler yapmıyordu. O zamanlar henüz trafiğin tek yönlü olarak aktığı İstiklal Caddesi'ne ters şeritten girmiş, "İşte devrimcilik böyle olur" diye ünlemişti. Alpay'ın Fabrika Kızı'nın ön tarafına "Bir mavi otobüs gelirdi, seni alır giderdi, o mavi otobüs var yaaaa, seni alııırr giderdi" yazmakla altına da imzasını atıvermişti. Alpay da kendisinden 50 bin gayme koparmıştı böylelikle.

Ama işte Ahmet Kaya'nın naif hareketleri ve dönem açısından anlaşılabilecek şarkıları, sol'un seçkinci duruşuna yeterince tersti. Kaldı ki Ahmet Kaya, yapabildiği oranda geliştirdi müziğini. Ağlama Bebek'le, Şafak Türküsü'yle kalmadı. Ama nedense Onur Akın'ın onun en kötü şarkılarını bile kat kat aşan ağlak şarkıları aynı tepkiyi görmedi. Üstelik dönemsel olarak da açıklanabilir yanı yok iken bu şarkıların.

O gün, o davudi ses'e "Ahmet Kaya'dan farklı bir müzik" derken de tüm bunlara yaslanıyordu Onur Akın. Yıllar geçti, kör öldü, badem gözler görünmeye başladı. O mavi otobüs geldi, Ahmet Kaya'yı alıp gitti. Herkes Ahmet Kaya'cı oldu. Sol içinde bile Orhan Baba, Müslüm Dede sesleri rahatça ünleniyordu artık. Onur Akın da "farklı bir tavırla" Ahmet Kaya arkası ağlamaların vazgeçilmez elemanı oldu. Kılıçdaroğlu için yaptığı şarkının Ahmet Kaya şarkısıyla aynı çıkması da onu yıldırmadı. O kadar çok zaman geçirmişti ki Ahmet Abi'siyle, anne karnından bu yana Ahmet Kaya dinlemişti ki; insanın kulağında kalıyordu bazı sesler, böyle benzeşmeler olabiliyordu. Öyle dedi, "isssss....taaa..aa..an....bull" dedi.

Ve ona Pan Monroe, "Bu tipin ülkeye vereceği ne var?" dedi.  Şu adreste:

Soldaki ve Sağdaki, işine gelirse ikisi de soldaki
Cama cama... cama çıkma... sevdiğim... cama çıkma... sevdiğim...


yıllar evvel galatasaray'a gelmiş en iyi yabancılardan birini, adrian ilie'yi valencia'ya yolcu ediyoruz. kurt menecer becali, sözleşmesine "10 milyon doları getiren alır, gider" maddesini koydurmuş, valencia da bu parayı getirip alıp gitmişti işte. işte o tarihlerde elime aldığım ispanyol spor gazetesi marca'nın sayfalarından birinde görmüştüm bu başlığı: Qué me pasa doctor? (neyim var doktor? )

adrian ilie'nin valencia'da rüzgar gibi geçen ilk sezonundan sonra problemleri baş göstermişti. sonrasında hiv testleri pozitif çıktı ilie'nin,  aids taşıyıcısı olduğu anlaşıldı.  o rüzgar gibi geçen futbol hayatı, geri vitese düştü yavaş yavaş. beşiktaşı da ziyaret etti o geri viteslerinden birinde.

velhasıl taa o tarihlerde dilime takıldı benim bu "ki me pasa doktor?" sözü. ne güzel, ne ezgili bir soruştu o öyle? hani sevdiğime "ki me pasa doktor?" desem ne kadar sevdiğimi anlar mıydı, yoksa beni banlar mıydı, bilemem. ama benim içimde son derece hoşluk yaratıyordu bu söz: "ki me pasa doktor?"

hiç gerçekte kullanacağımı düşünmemiştim bu lafı. ama geçenlerde durduk yere her yanımdan kanamaya başlayınca doktorun yolunu tutup sordum: "Qué me pasa doctor?" bön bön baktı doktor yüzüme, halbuki bir doktorun daha bilgili olup "neyim var doktor?" sözünü yetmiş iki dilde birden anlamasını bekliyordum. bu beklentimde de haksız sayılmam. düşünsenize, bir anda kapınız çalındı ve karşınızda bir ispanyol. "ki me pasa doktor" diyor tabi ama kime diyor? anlayan var mı, dinleyen var mı? eh bu kafayla bizi avrupa birliği'ne almasalar yeri değil midir?

neyse, sonuçta ben bu güzelim lafı doktorun tam yüzüne söylemiş bulundum. ki me pasa doktor dedim doktora. içim bi güzel oldu, iyileşe durdum nerdeyse. fakat bu süreçte, dostluğun toplumsal sorumlulukları dediğim ve beni her defasında arkadaştan dosttan soğutan olaylar da başlamış oldu. hani 3 gündür durmadan kanıyorum ya, böle ağzımdan burnumdan kanlar boşanıveriyor ya! hah dedim, 3 haftalık ömrüm kaldı. tabi arayana sorana veyahut sanal ortamda darlayana "3 haftam kalmış" diye giriyorum geyiğe. ama her zaman eğlencenin dibine vurduğumuz kimseler bile ortalığı velveleye verip işin tadını kaçırmadılar mı? kaçırdılar! meğerse insan hastalığında geyik yapamıyormuş, meğerse güzelim dostları arkadaşları azcık neşesi varsa onu da kaçırmak için sözleşirlermiş bu durumda.

eh, sözleşsinler bakalım, ben doktorun huzuruna çıkıp "Qué me pasa doctor?" dedim mi? dedim! ee yeter de artar bu benim neşeme. zaten hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım. zati 3 haftam kalmış şurda :)