Background




evet efendim, bugün çok ilginç bir deneme yapacağız. hep bir ağızdan "nasıl bir deneme yapacağız acep" dediğinizi duyar gibiyim. çok basit efendim; şimdi bizim zamanımızda lise edebiyat dersleri üç koldan saldırırdı öğrenciye: dilbilgisi, edebiyat ve tabi kompozisyon. şimdi dilbilgisi deyince aklıma geldi; bu dil bilgisi sözcüğünün ayrı mı bileşik mi yazılacağı sürekli dil bilginlerini birbirine düşürmüştür, bilmem farkında mısınız? tabi en son olarak alimler bu dil bilgisinin ayrı yazılmasına karar kıldılar ama ben buna şiddet göstererek karşı çıktım. bu şiddet gösterilerimde 101 gösterici ile 15 adet kolluk görevlisinin yaralandığını söylesem bilmem bana inanır mısınız? hep bir ağızdan "inanmayız" dediğinizi duyar gibiyim. o zaman neden 98 değil de 101 sayısını tercih ettiğimi anlatmama izin verin, aslında şaşılacak pek bir şey yok 101 dalmaçyalı'dan aklımda kalmış olacak.

bakın yine gevezeliğe daldık ve asıl konuyu es geçtik. evet, lise edebiyat derslerinin kompozisyon isimli kısmı vardı, yoktu diyemezsiniz değil mi? tabi ki diyemezsiniz, sanki ben bunu bilmiyor muyum? sorumdaki gaye başka, şimdi bakıyorum mesela büyük yazarlar böyle bir şey yapıyor bazan. nasıl bir şey diyeceksiniz, ben de "işte öyle bir şey" diyerek hem sorunuza cevap vermiş ve hem de ziyadesiyle güzel bir espri yapmış olacağım. tam dozunda yani, zaten ne demişler, herşey dozunda güzel. tabi bir de "hayat sevilince, sevince güzel" şeklinde bir zekai tunca şarkısı vardır. ancak o şu anda konumuz dahilinde değil. zaten hep birlikte "konumuz ne ki zaten gerizekalı, üç saattir saçmalayıp duruyorsun" dediğinizi duyar gibiyim.

hayır hayır! böyle demeyin, hem konumuz var ve hem de bu konu çok ciddi ve ehemmiyetli bir konu. şimdi biz niye konuyu kompozisyon derslerine getirdik? çünkü efendim bu kompozisyon sınavlarında hatırlarsınız bizlere kompozisyon yazdırırlardı. şimdi hep birlikte "ee, kompozisyon sınavlarında matematik sorusu soracak değillerdi ya" dediğinizi duyar gibiyim. tabii olarak haklısınız, ancak benim derdim şu anda o değil. tabi çıldırmak üzre olup "derdin ne lan pezevenk, üç saattir kafa ütüledin" dediğinizi duyar gibiyim. aslında ben de tam o konuya geliyordum zaten. öncelikle bana böyle bir konuda açıklama yapma şansı verdiğiniz için teşekkür ederim. şimdi konumuz şudur ki, bu kompozisyon sınavlarında bir atasözü verilip, bu "konuyla alakalı bir kompozisyon yazınız" denirdi mesela. şöyle yazalım soruyu:

"AK AKÇA KARA GÜN İÇİNDİR

Yukarıdaki atasözünü açıklayan bir kompozisyon yazınız."

ahhahhaa, işte geldik sadede; artık konuyu yavaş yavaş sezinlediğinizi duyumsar gibiyim. duyumsar deyince kız ismi olarak "gülümser"in güzel bir isim olduğunu düşündüğümü iletmeme de izin verin. gerçi çok kullanılan bir isim değil ama yine de güzel. düşünsenize, "gülümseeeeeeeer, hayatım bana ordan bi bardak su uzatsana!" evet, cümle içinde de çok güzel gidiyor valla. neyse, biz konumuzu açıklayalım bakalım:

evet, yazının başlığı bir afrika atasözüdür ve biz şu an bir kompozisyon sınavında imiş gibi bu sözü açıklayan bir kompozisyon yazacağız! nasıl, süper di mi? tabi, bu denememizde siz sevgili okurlarımızı da aramızda görmek bizi ayrıca gururlandıracaktır. gururlandıracaktır dedim de, bir kız ile bir oğlan evlenirken basılan o sevimsiz davetiyeler de nedir öyle? hayır, çoğunun estetik yoksunu olması bir yana bir de bu lafı anlamam işte: "sizleri de aramızda görmekten sevinç/onur/gurur duyarız" gibi bir saçmalık. hadi erkek tarafının babası gurur duyuyor da sana ne oluyor be kız tarafının babası olan adam. "ahha, şu oğlan var ya, damatlık giymiş olan, bu gece benim kızı şeedecek, sizlerin de aramızda bulunmasından büyük gurur duyuyorum!" yuh yani, yuh ki ne yuh! ben senin kadar düşkün bir adam görmedim kız tarafının babası olan adam, sana ne söylesem azdır! bir kere sen, kızını birisi şeyetse çeker hem kızı hem kızı şeyedeni vurursun normalde. ama işte bu gece, hep beraber senin, kızının şeyedileceğine dair gururunu izlemek için toplandık, yuh sana, sana çok daha ağır şeyler derdim ama öncelikle bir kompozisyon yazmam gerek. sınavı geçeyim, bak sana neler diyorum!

neyse, biz kompozisyonumuza geçelim, yalnız şu kız tarafının babası olan adam var ya, feci bozdu sinirlerimi. neyse, ben bu sinirle de yazarım bir kompozisyon, hiç dert etmeyin. konumuz neydi, hah, leopar! bravo, ben çok severim bu leoparı, hele de kar leoparı yok mu, maşallah diyin canlar, day niri naynay, tiri nay nay!

evet, leopar konusunda diyeceklerim var, dinleyin. şimdi atasözünün dediği gibi, leoparın kuyruğunu tutmak insan evladına yakışan bir hareket değildir. zzaten açık konuşmak gerekirse, bir insan evladında leoparın kuyruğunu tutacak cesaret var ise genelde genç yaşta ölmüş gitmiştir o yiğit kişi. çünkü leoparın kuyruğunu tutmak, elini elektrik prizine sokmaya benzer, çarpılırsın alimallah.

fakat diyeceksiniz ki, "ne saçma, sanki leoparı bulduk da, kuyruğunu tutacağız!" evet, yerden göğe kadar haklısınız. bakın, siz ne kadar haklıysanız, afrika steplerinde günün her günü bir leopara rastlayan afrikalı kardeşlerimiz de haklıdır. siz ne kadar "leopar beni ilgilendirmez, ben işime bakarım" derseniz, afrikalı'nın da yaşamın gerçekleri arasında işini yapabilmesi için leoparın kuyruğunu tutmaması gerekir.

yine itiraz ettiğinizi duyar gibiyim; "ne saçma, sanki leoparın kuyruğunu tutmak o kadar kolay da!" efendim elbette kolay değil, fakat orda bir metafor var dikkat ediniz, ki bu metafor biz de başka türlü [ziki tutmak şeklinde] ifade edilir. mesela bir afrikalı da çıkıp, "yuh be, tü sıfatınıza sizin, demek her gün tutuyorsunuz o şeyi de o yüzden böyle konuşuyorsunuz" derse haklı olmaz mı efendim. bunu da düşünmek gerekir yani.

bu sebeple kompozisyonuma devam ederken, sivas'ta vatani görevini yapmakta olan teyze oğluna da burdan sesleniyorum: "ulen sen ne şerefsiz adammışsın! hani gitmeden evvel bana olan borcunu ödeyecektin, hayvanoğlu hayvan seni!" bakın yine sinirlendim, ee bu sinirle leoparın kuyruğunu tutsam yeridir. neyse, konu yine dağıldı toparlayalım:

leoparın kuyruğunu tutmak hiç de hoş bir hareket değildir. ancak bir de şöyle düşünmeli; bir leoparın kuyruğunu tutmak mümkün müdür? çünkü bilirsiniz, bu kedigiller, dokuz canlı olmalarının yanında, bir de acayip hissiyatlı canlılardır. koku almakta da, ses işitmekte de ve dahi görmekte de üstlerine yoktur bunların. yani demem o ki, siz siz olun, öyle uykusuna yatmış iken gidip kuyruğunu tutayım demeyin leoparın. bu yaptığınız sinsice bir hareket olmasına karşın leoparın kuyruğu yerine neyi tutacağınız yukarda açıklanmıştır.

tabi, afrikalı'lar ilginç insanlar, "velev ki" diyorlar, "velev ki denyoluk edip tutmayı başardın o kuyruğu, o zaman bırakmayacaksın arkadaş!" işte bu manzara her zaman gülmekten katılmama sebep olmuştur. düşünsenize, adamın biri leoparın kuyruğunu her nasılsa tutmayı başarmış ve işin daha zor kısmına geçmiştir. bu bir bilgisayar oyununda level atlamaya benzemez. oyundaki level, kademe kademe, azar azar artırılarak oyuncunun uyumu sağlanmaya çalışılır. ama leoparın kuyruğunu tutan adam için öyle mi ya? o daha girişteki görüntüleri izlerken son levele atlamış oyunculara benzer, tek bildiği kuyruğu bırakmayıp hep arkada kalması gerektiğidir. çünkü ön tarafta leoparın ağzı vardır ve bence şu an en uzak durulması gereken bölge orasıdır. ancak bu nereye kadar başarılabilir? bunu bilemem ama bu afrika atasözüne canı gönülden katıldığımı görmüşsünüzdür.

bırakma a benim salak kardeşim, ne zikime derman olacaksa gittin tuttun o kuyruğu madem, bırakma sakın! afferim, seni gerizekalı seni, gram akıl var mı sen de acaba? hah, afferim, öyle sıkı sıkıya yapış o kuyruğa gözlerin yuvalarından fırlayarak, afferim!