Background


"denizci stratis bir adamı anlatıyor" ama ne güzel anlatıyor, dersin beni anlatıyor. selam üzerine olsun denizci...

1.

Kuzum, nesi var şu adamın?
(Dün, önceki gün, bugün) bütün ikindi
oturdu durdu şurada gözlerini bir aleve dikip
akşamüstü bana çarptı merdivenden inerken,
"Gövde ölür, su bulanır, ruh
duraksar" dedi,
"yel unutur, hep unutur,
ama alev değişmez."
"Biliyor musun" dedi sonra,
"belki de öbür dünyaya giden bir kadını seviyorum,
ama bundan değil bu bırakılmış halim;
bir aleve bu bağlanışım
alev değişmediği içindir."

Sonra hikayesini anlattı bana hayatının

2. ÇOCUK

Ben büyümeye başladığımda ağaçlar hiç
bırakmadı yakamı
neden gülümsüyorsunuz? Yoksa çocuklara hiç
acımayan
ilkyazı mı düşündünüz?
Yeşil yapraklara bayılırdım
sanırım sırf sıramdaki kurutma kağıdı yeşildi diye
bir şeyler öğrendim okulda
Ağaçların kökleriydi yakamı bırakmayan; kışın ılıklığında
gelip sarılırlardı gövdeme.
Başka düşlerim yoktu çocukluğumda.
Kendi gövdemi işte böyle tanıdım.

3. YENİYETME

On altıncı yaşımın yazında garip bir ses şakıdı kulaklarımda;
Bu, hatırlıyorum, deniz kıyısındaydı, kırmızı ağlarla
bırakılmış bir geminin omurgası arasında, kumsalda.
O sese yaklaşmak istedim kulağımı kumlara dayayıp
ses duyulmaz oldu,
ama bir yıldızın ağışını gördüm
sanki ilk kez görüyordum ağışını bir yıldızın
ve dudaklarımda dalgaların tuzu.
Ertesi gün resimli bir kitap gibi bir yolculuk
her akşam kıyıya inmeyi düşündüm
önce kıyıyı öğrenmek, sonra denize açılmak için;
tepede oturan bir kıza tutuldum üçüncü gün;
küçük beyaz bir kulübesi vardı köy kiliselerine benzeyen
bir de gözlüklü yüzünü örgüsüne eğmiş, pencerede oturan
ve hiç konuşmayan yaşlı anası
bir saksı fesleğen bir saksı karanfil
sanırım ya Vasso, ya Frosso, ya da Billio'ydu adı;
böylece unuttum denizi.
Bir Pazartesi günü Ekim'de
kırık bir testi buldum beyaz kulübenin önünde
Vasso (diyelim kısaca) karalar içindeydi,
saçları dağınık, gözleri kızarmış.
"Öldü" dedi sorduğumda,
"temeli kazarken kara horoz kesmediğimiz için ölmüş,
doktora bakılırsa. Nereden bulalım
burada kara horozu...? Hep beyaz burada hayvanlar...
pazardaysa,
kafalarını kesip öyle satıyorlar tavukları."
Hiç düşünmemiştim acının ve ölümün böyle olacağını;
bırakıp denize döndüm.
O gece "Aya Nikola"nın güvertesinde, çok yaşlı bir
zeytin
ağacı gördüm düşümde, ağlıyordu.

4. DELİKANLI

Bir yıl denizlerde dolaştım Odysseus Kaptan'la
Mutluydum
iyi havalarda pruvaya uzanırdım denizkızının yanına
türküsünü söylerdim al dudaklarının uçan balıklara bakarak,
fırtınada anbarın bir köşesine sığınırdım beni ısıtan
köpeğiyle geminin.
Birinci yılın sonuna doğru minareler gördüm bir sabah
"İşte Ayasofya" dedi ikinci kaptan,
"kadınlara götüreceğim seni bu akşam."
Böylece yalnız çorap giyen kadınları tanıdım
Hani şu içlerinden birini beğenip seçtiğiniz kadınları.
Garip bir yerdi
içinde iki ceviz ağacı, asması ve kuyusu olan bir bahçe
üstü cam kırıklarıyla dolu bir duvarla çevrili
ve "Ömrümün akışında..." diye türkü söyleyen bir su yolu.
sonra, hayatımda ilk kez, duvara kömürle çizilmiş
bir yürek resmi gördüm o bildik okun deldiği.
Asmanın yere düşen sarı yapraklarını gördüm
kaldırım taşlarına ve çamurlara yapışan
ve gemiye dönmek için davrandım.
Ama yakamdan tuttuğu gibi kuyuya attı beni
bizim ikinci kaptan:
ılık sular ve nice canlılık derimin üzerinde...
Sonra aylak aylak sağ memesiyle oynayan kız,
"Ben Rodosluyum" dedi bana, "beni yüz paraya
nişanladılar
on üç yaşındayken."
Ve "Ömrümün akışında..." diye türkü söyleyen su yolu.
O serin ikindi gördüğüm kırık testi geldi aklıma
Ve "Bir gün bu da ölecek" diye düşündüm,
"Kim bilir nasıl ölecek?"
Yalnız, "Dikkat et, memeni hırpalama" dedim kıza,
"ne de olsa geçimin ondan."
O akşam gemide yanına gidemedim denizkızının,
Utandım yüzyüze gelmeye onunla.

5. ADAM

Nice yeni manzaralar gördüm o günden bu yana: gökle yerin, insanla tohumun dayanılmaz bir nem içinde birbirine karıştığı yeşil ovalar; çınarlar ve çamlar; kırışık görünüşlü göller ve seslerini yitirdikleri için ölümsüz olan kuğular gönüllü yoldaşımın, şu gezgin oyuncunun, Erinha'nın duvarlarını yıkan boru gibi, dudaklarını paralayan o uzun boruyu öttürerek yapabildiğim ne varsa yıkarken borunun tiz sesiyle gözümün önüne serdiği manzaralar. Eski bir resim gördüm basık tavanlı bir odada; bir yığın insan o resme bakıyordu hayranlıkla. Lazarus'un dirilişini gösteren bir resimdi. Ne İsa'yı, ne Lazarus'u gördüğümü hatırlıyorum o resimde. Yalnız bir köşede, mucizeyi koklarmışcasına seyreden birinin yüzünde beliren tiksintiyi hatırlıyorum. Soluğunu korumaya çalışıyordu başına sardığı koca bir bezle. Çok şey beklememeyi öğretti bu "Rönesans" efendisi kıyamette Yargı Gününden...

Bize yeneceksiniz, dediler, boyun eğdiğinizde.
Boyun eğdik ve küllerle karşılaştık.
Bize, yeneceksiniz, dediler, sevdiğinizde.
Sevdik ve küllerle karşılaştık.
Bize, yeneceksiniz, dediler, hayatınızdan vazgeçtiğinizde.
Vazgeçtik hayatımızdan ve küllerle karşılaştık.

Küllerle karşılaştık. Yeniden bulmak düşüyor bize hayatımızı, artık bir şey kalmadığına göre elimizde. Bunca kağıtlara, bunca duygulara, bunca tartışmalara ve bunca öğretilenlere karşın, sanırım sadece belleği biraz daha güçlü, bizim gibi biri olacak hayatı yeniden bulan. Verdiklerimizi hatırlamamak bizim elimizden gelmiyor hala. O, yalnız ne kazandıysa, onu hatırlayacak verdiği her şeyden. Bir alev neyi hatırlayabilir? Gerekenden biraz daha azsa hatırladığı, söner; gerekenden biraz daha fazlaysa hatırladığı, söner. Bir öğretebilse bize, bir yandan yanarken, sadece gerektiği gibi hatırlamasını. Ben sonuna geldim yolumun: bir başkası başlayabilse, benim yolumun sona erdiği bu yerden.

Gün olur, herşeyin yerli yerinde, bir ağızdan şakımaya hazır olduğu o noktaya vardığımı duyarım. Çark nerdeyse dönmeye başlamak üzere. Canlı ve inanılmazcasına yeni bir şey gibi döndüğünü bile düşündüğüm olur. Küçücük bir engel vardır gene de, küçüldükçe küçülen, ama büsbütün yok olmayan bir kum taneciği. Bilmiyorum, söylemem gereken nedir, yapmam gereken ne! Bazan orkestranın çıkardığı bir sesi boğup, kendisi eriyinceye dek, onu susturan bir gözyaşı damlası gibi görünür bana bu engel. Ve ruhumdaki bu damlayı eritmeye ömrüm yetmeyecekmiş gibi dayanılmaz bir duygu kaplar içimi. Ve diri diri yakılacak olsam, en son bu inatçı anın boyun eğeceğini düşünürüm durmadan...

Kim yardım edebilir bize? Bir zamanlar, ben daha gemilerde çalışırken, bir Haziran ikindisi, yapayalnız buldum kendimi bir adada, güneşten bitkin. Tatlı düşüncelere daldım hafif bir meltemle, işte o sırada, saydam giysisi altında ceylan gibi ince ve çevik gövdesinin çizgileri belli olan genç bir kadınla birkaç adım öteden sessizce onun gözlerine bakan bir adam gelip oturdu biraz uzağa. Bilmediğim bir dil konuşuyorlardı. Kadın "Jim" diyordu adama. Ama hiç ağırlığı yoktu sözlerinin ve körlerin bakışlarını andırıyordu birbirine karışan kımıltısız bakışları. Aklımdan bir türlü gitmiyor onlar, çünkü bir onlarda görmedim, herkeste gördüğüm o yırtıcı ve ürkek bakışı. Kişiyi ya kurtların ya da kuzuların sürüsüne katan.

Aynı gün gene rastladım onlara, o adalarda birden karşınızda belirip dışına çıkınca izini yitirdiğiniz küçük kiliselerden birinde. Gene aynı uzaklık vardı aralarında, sonra yaklaştılar ve öpüştüler. Bulutsu bir görüntü oldu o küçük kadın ve kayboldu gözden. Acaba biliyorlar mıydı bu dünyanın ağlarından kurtulmuş olduklarını?

Ben kalkıp gideyim artık. Denize eğilen bir çam biliyorum. Öğleleri, hayatımız kadar ölçülü bir gölge verir yorgun gövdeye, ve akşamları, deri ve dudak olmaya başladıkları an ölümü yürürlükten kaldıran ruhlar gibi, garip bir türkü söyler çam pürleri arasından esen rüzgarlar. Bir kere sabahlamıştım o ağacın altında. Taş ocağından kazılıp çıkarılmış gibi yepyeniydim, şafakta.

Ah, bir böyle yaşayabilse insan ama ne çıkar.

Yorgo Seferis

Londra, 5 Haziran 1932


nedir bu etnik müzik, böyle bir müzik var mıdır? etnik insanlar mı yapmaktadır? dünyada örnekleri afrika'da bile neredeyse kalmayan ilkel kabilelerin müziği midir? uzaydan mı gelmektedir, fezadan mı inmektedir?

kendi çapımda bir müzik ilgilisi olarak yıllardır bu maksatlı terminolojik hatayı düzeltmekle uğraşıyorum. mesela koskoca Arap toplumunun müziği neden etnik müzik olsun? Araplar etnik bir topluluk mudur?

politik ya da sosyolojik düzlemde "etnik" sözcüğünün kullanılması olanaklıdır. ancak sözkonusu müzik olduğunda "etnik" sözcüğü pek politik bir anlam kazanıyor. ne yazık ki bu, batı dünyasının, dünyayı kendisinden ibaret gören anlayışının bir ürünü. bakın, 1 küsur milyar (dünyanın 1/6'sı neredeyse) çinlinin müziğine bile etnik müzik der olduk. halbuki batı dünyasının tamamını toplasanız, çinlilerin nüfusuna erişmiyor.

bir zamanlar da world music diye bir şey çıkarmışlardı. kendilerinin müziği space music imiş gibi.

sorun kavramları sıkıştırmak değildir. sorun, bir insanın durduk yerde niye yunan müziğine etnik müzik demeye başladığını sorgulamaktır. geliyor arkadaş, "ben etnik müzik dinliyorum" diyor. "yaaa", diyorum, "nereden buldun, avustralya'da mı rastladın? ne dinliyorsun mesela?"

"yunan müziği mesela" diyor.

bu kadar anlamsız bir şey olabilir mi? yunanlar da elbette bizim müziğimiz için aynı şeyler söylüyor.

neden?

çünkü dağıtım tekelini elinde tutan beyfendiler böyle istiyor. buyrun, iki sahaf dolaşın. afrika kabile danslarının kapakta olduğu albümler bile etnik etiketiyle satılmıyordu.

nereden çıktı bu kavram?

çingene müziğinden. bi yere koyamadı bu beyler bu müziği, kafaları döndü. ne desek ne desek derken, etnik dediler. sonra da ülke müziklerine bile etnik etiketini vurur oldular. neden? çünkü dikkate bile değmez, niye tek tek, satır satır izah etsinler ki?

haa, kendi müziklerine geldi mi gerekirse yanında ansiklopedi verirler!

tamam, bu beylerin tavrı anlaşılabilir. ama bizzat etnik sayılan bizlerin bu kavramı dilimizden düşürmemesi nasıl izah edilir? bunu sorgulamak gerekiyor.

halbuki bizim müziğimiz de "etnik müzik" oluyor bu bakış açısıyla. halbuki batı müzik siteleri bile "traditional" (geleneksel)müzik kullanımını etnik müzik kavramına daha çok tercih ediyorlar. ama "etnik" olan biz nedense dilimizden düşürmüyoruz. hadi onlara da "sizinki geleneksel değil tabi" demek geliyorsa da içimden, yine de daha anlaşılır bir kullanım.

bana kalırsa da bütün bu etnik müzik adıyla etiketlenen sarkıcıların bir tür adı altında toplanmaları da mümkün değildir. bu açıdan baktığımızda ajda pekkan bile etnik müzik yapıyor, ne ilginç değil mi? o zaman nedir bu etnik müzik? batı müzik piyasasının dışında kalanlar. yahu, türk sanat musikisi de etnik müzik, türk halk müziği de, japon kodo'cuları da, arap şarkıları da çingene tiradları da, peh ki peh, hey ki hey!

ama batı müziğinde en ince ayrımlar bile etiketlenir, yok efenim ambient, yok efenim indie, o da değil fusion, yok yok acid, amanın olur mu elektro clash, ne yaptın funkie.

ya diğerleri? etnic music işte canım! beğenmedin mi? peki world music olsun!
bu arada dünyada artık folk müzik yapılmıyor mu? nereye kayboldu bu kavram? modern folk üçlüsü demek ki şimdi ortaya çıksa modern etnik üçlüsü diye isimlendirilecekti.

dili yanlış kullanmak her zaman düşünceyi de şaşırtan bir yol olmuştur. bakın, şili'li şarkıcı victor jara'nın yaptığı müziğe etnik müzik diyoruz. o zaman şili'li büyük ozan pablo neruda'nın şiirine de etnik şiir diyeceğiz, buyurun cenaze namazına!

gördünüz mü, çok basit bir denklem: etnik müzik diye bir şey varsa, etnik edebiyat, etnik heykel, etnik resim, etnik sinema vs. de olması gerekir. terminolojideki hatayı görmenin en kolay yolu budur.

bugün mimar sinan'ın eserlerine etnik mimari diyebiliyor muyuz? julio cortazar'ın, yaşar kemal'in yazdıklarına etnik edebiyat diyebiliyor muyuz? frida kahlo'nun eserlerine etnik resim diyebiliyor muyuz?

işte bu yüzden batı müziği diyebiliyoruz, çünkü batı edebiyatı, batı sineması, batı mimarisi, bakın hepsi var. ve bütün bunlar, o dalın içinden yapılan açıklamalar.

batı müziği de, müziğin içinden yapılan bir açıklamadır. batı müziğinin formları bellidir. nota kullanır, çok seslidir, kullanılan ana enstrümanlar tarif edilebilir, her notaya bir ses düşer. ve batı müziği'nde hangi tarzda çalışıyorsanız çalışın, ana formlara ve kurallara uymak zorundasınızdır. makamla yapılan bir batı müziği yoktur. tambur batı müziğinde ana enstrüman olamaz.

ama ya etnik müzik? durumu bir tavır olarak açıklamak da ne yazık ki bize bir şey kazandırmıyor. köleler elbette, ironik olarak "köle müziği" tabirini kullanabilirler. ama kime ne kazandırır, onu da bilemiyorum.

diyeceğim budur; etnik müzik diye bir şey yoktur; folk müzik vardır, uzatmak isteyen, batılı bir hava vermek isteyen folklorik müzik de diyebilir. ve bunun ilgi alanına doğulu olsun batılı olsun; yerellikte gelişmiş, kökünü belirli coğrafyalardan, inanışlardan, yaşayışlardan almış bütün müzikler girer. çingeneler etnik müzik yapıyorken, amerikalılar folk müzik yapamaz. aynı "amel" için farklı adlandırmalar yapılamaz…


(Yaklaşık son beş yıldır internette sosyal medyada dolaşan “Can Yücel” imzalı ancak Can Yücel’in ne üslubunu ne ince alayını barındırmayan sahte metinler aşağıda sıralanmıştır.)

 

1.Bağlanmayacaksın

2.Kadın Dediğin

3.Erkek Dediğin

4.Seninle Olmanın En Güzel Yanı

5.Anladım

6.Herşey Sende Gizli

7.Eğer

8.Herkes Gitmek İstiyor

9.Sevdiğin Kadar Sevilirsin

10.Sağlık Olsun

11.Tam zamanında Yaşamak

12.Tersten Yaşamak

13.Biraz Değiştim

14.Bir gün Anlarsın

15.Gitmek

16.Seninle Yaşlanmak İstiyorum

17.Asla Keşkelerim Olmadı

18.Özledim Seni

19.Bilmelisin ki

20.Aşk

21.Boşver ve Yaşı Başı

22.Olmuyorsa Zorlamayacaksın

23.Ben Benden Olgun İnsan İsterim Karşımda

24.Öyle Sabah Uyanır Uyanmaz Fırlama Yataktan

25.Farkında Olmalı İnsan

26.Bir Eşi Olmalı İnsanın

27.Biraz Değiştim

28.Unutma

29.Sevgi Emekmiş

30.Özleme Dair

31.Ömür Dediğin Bir Gündür O da Bugündür

32.Aşk Ayakkabı Gibidir


yine hangi zibidilikle uğraşıyordum bilinmez ama gecenin bir vaktinde sokakta olduğum, yağmurun çiselediği ve benim ayakkabımın bağcığının ise çözülmüş olduğu gerçeği gün gibi aşikardı. ben koskoca bir arşidük olarak tabi ki yere çömüp de ayakkabımın bağcığını bağlamak istemediğimden bir yükselti bakınıyordum. şöyle ayağımı koyup da bağcığımı bağlamak için. o esnada azıcık yürümemle daracık sokakta bir binanın duvarından ortalama boyda bir insanın dizine kadarlık bir yükseltide bir demir, nerdeyse sokağın ortasına kadar uzanmaktaydı. bu sokağın ortasına kadar olan kısım, o esnada benim sokağın neresinde yürüdüğümü de gösteriyordu. duruma anlam veremedim ve bir süre bu demirin o duvara neden çakılmış olacağına akıl sır erdirmeye çalıştım.

tam o dakkada durumu çözümledim: bu demir, benim ayakkabı bağcığımı bağlamam için tanrı tarafından ve o an için uzatılmış bir demirdi. öyle ya, sürekli orda olsa birileri takılır düşer, kafasını gözünü yarar, alimallah bina sahibi mahkemelik olurdu. bu da demek oluyordu ki bu demir, benim demirimdi. şöyle gerinerek ayağımı kundura boyacısının sandığına koyar gibi kaldırıp demirin üzerine koydum ve hafif bir gülümsemeyle eğilerek bağcığımı bağladım. hehhe, gerçekten çok klas hareket etmiştim doğrusu. tam bir soyluya yakışır biçimde davranmıştım.

şte benim fonksiyonel tanrı kavramını geliştirmem bu sayede oldu. o tarihten sonra artık fonksiyonel bir tanrım vardı benim. mesela telefon kartım var ve birine telefon etmem gerek. hemen dua etmeye başlıyordum: "tanrım, bir telefon kulübesi ihsan eyle bu kuluna ki şu arkadaşımı arayabileyim." ve biraz yürümemle pattadanak karşımda telefon kulübesini buluyordum. sonra işimi bitirip, "tanrım, telefon kulübesi gönderdiğin için şükranlarımı sunarım" diyerek tekrar dua ediyordum.

sonra mesela eminönü'ne gitmem gerek. otobüs durağına gidip, "tanrım, sen herşeye kadirsin. ne olur eminönü otobüsü yolla bana." diyerek duaya başlıyordum. hah, işte eminönü otobüsü geliyor, "şükürler olsun tanrım!"

bir dediğimi iki etmiyordu fonksiyonel tanrım, her istediğimi gönderiyordu. tabi ben de tamahkar bir insandım. öyle aşırı isteklere kaçmıyor, verilenle yetinmesini biliyordum.

sonra sonra bazı isteklerim gerçekleşmeyince soğudum fonksiyonel tanrı'mdan. ben onu, o beni aramaz oldu. ama işlerim de yolunda gitmez oldu açıkcası o saatten sonra. bu aralar tevbe edip fonksiyonel tanrı'ma yeniden kavuşmayı düşünüyorum. ama bu sürecin beklediğim gibi gelişmeyebileceğinden duyduğum korku elimi kolumu bağlıyor. yine de sanırım tevbe etmem gerek... evet, gün gibi aşikar; tevbe etmem gerek...

işte ağustos geldi
böcekler öter artık
bana bu kadar çile
çektirdin yeter artık

indim çeşm-i cihana
su içtim kana kana
sensiz bu hayat bana
ölmekten beter artık
“Okumak insanın kendi kafası yerine
başka
 birinin kafasıyla düşünmesidir. 
Halbuki gerçek anlamıyla düşünmek
 isteyen kişi,
tabiata, dünyaya bakmalıdır;
 ilhamını oradan almalıdır, 
özgün bir düşünce ortaya koymak için.”

Arthur Schopenhauer



 Bu yazı, kitaplar üzerine serilen kutsallık perdesini aralamayı amaçlıyor. Gerçekten kutsal kitaplar bir yana, kitap denildiğinde kutsal bir algı oluşuyor insan belleğinde. Çağdaş insan kitap okuyan, kitaba değer veren bir mahlukat olarak değerlendiriliyor. Dönemin değerlerine göre elinde kitapla dolaşmak da bir nevi entelektüellik göstergesi. İyi ama kitaba atfedilen bu kutsallık nereden geliyor? Evet, insanlık birikiminin aktarıldığı kitaplar var, inkar edecek değilim. Ancak özellikle günümüzde edebiyat sanatını da pop kültürden ayırmak ne kadar mümkün? Pop kültürde iyiler/kötüler, kaliteliler/kalitesizler ayrımı; kitap sözkonusu olduğunda çoğu zaman es geçiliyor. Çünkü kitap önceden kutsanmış bir nesne, tanrı tarafından üstelik. O ki “Yaradan Rab’binin adıyla oku!” demişti. Şimdi ne idüğüne bakmadan Yaradan Rab’bin adıyla okuyoruz. Okuduğumuzu da kolaylıkla kabulleniyoruz. Öyle ya, kitap yazmış bunları, boş beleş laflar değil sonuçta.

önce söz vardı ve söz tanrıyla beraberdi ve söz tanrıydı!

Kitab-ı Mukaddes’ten bu sözler.  Bu sözler kitaptan. Söz kitaba girince ne kadar etkileyici oluyor, farkında mısınız? Evet, kitaplar açıkça bilgi ve düşünce dikte ediyorlar. Farkında olmadan okuyoruz, Sonra mesela “Nerden biliyorsun?” diyene, “kitapta okudum” diyoruz. Hele de yazarın şöle kallavi bir titri varsa peygamber gelse bizi  yolumuzdan çeviremez oluyor.

Evet, önce söz vardı. İnsan gırtlağında boğumlanan anlamsız sesler daha doğrusu. Zamanla aynı hareketi aynı sesle desteklemekle sözler oluştu. Tapınak ve depolarda bulunan malları kaydetmek amacıyla yazıyı keşfeden Sümerli rahipler, kuşkusuz insanlık tarihinin en önemli buluşunu keşfettiklerinin farkında değildi. Nitekim depolardaki malları kaydetmek için keşfedilen yazı; insanlık tarihinin birikimlerini depolamanın ve ileriki kuşaklara aktarmanın en iyi yolu haline geldi. Yine de yazı henüz gerçek işlevine kavuşmuş değildi. Bu işlevi gerçekleştirmek için yüzyıllar boyu Johannes Gutenberg’in modern anlamda matbaayı keşfetmesini beklemek zorunda kaldı.

Gutenberg, ortağı Fust ile birlikte 1455’te ilk “Kutsal Kitap”ı bastığında, kitaplar üzerine yayılan parıltılı hale de ortaya çıkmış oluyordu. Nitekim bastıkları ilk kitap Latince “Mazarin Kutsal Kitabı” idi. (Kırk İki Satırlı Kutsal Kitap olarak da biliniyor.) Baskı tekniğinin gelişmesiyle kitaplar, insanları yönlendirmenin ve etkilemenin en önemli aracı haline geldi.

Kitabın bu etkisi yeni değildi elbette. Nitekim İskenderiye Kütüphanesi’nin yakılışında da kitabın bu etkisi önemli rol oynamış görünüyor. Baskın görüşe göre kütüphanenin, çıkan çeşitli fanatik görüşler nedeniyle, antik Pagan tapınakları ve yapıların imhası sırasında Hıristiyanlar tarafından yakıldığı yönündedir. İmparator I. Theodosius, valiye başka büyük şehirlere göre eski dinin İskenderiye’de hala neden bu kadar canlı olarak devam ettiğini sorunca, vali, buna sebep olarak İskenderiye Kütüphanesi’nin eski putperestlik kültürünü devam ettiren kitaplarını ileri sürdü. İmparator, bunun üzerine hepsinin yok edilmesini emretti. Buradan da görülebileceği gibi kitaplar, belirli bir düşüncenin korunması için ciddi bir rol oynadığı kadar, doğuşu ve yayılmasında da en önemli araç oluyor.

Kitabın etkisinin en net görüntüsü sanırım kutsal kitaplar. Bugüne kadar 4 adet resul (kitaplı peygamber) gönderildiği İslam inanışının benimseyişidir. Ancak bugüne kadar herhalde binlerce dinsel inanış yeryüzünden geçmiştir. Bakıyoruz ki, bu kitaplı dinlerin yaygınlığına ulaşabilen başka bir inanış yok. Bu da kitabın gücüne önemli bir kanıttır. Şimdi bu kitaplı dinler arasında da ilginç bir olay var. Aslen Davud’un bir kitabı yok, şarkıları var. O sebepten Davudi’lik diye bir din de yok.

Bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti.

Bu da bir kitaptan alıntı. Kitap, gizli bir reklam içeriyor ve her an bir kitabın karşınıza çıkıp hayatınızı değiştirebileceğini söylüyor. Bu konuda en ciddi aday da kendisi. Bu kitabı okuyun, hayatınız değişsin diyor. Üç kuruşluk aklı olan da hayatını değiştirmeye koşturuyor.  Giderek yazı egemen oluyor bize, kitaplar diktatör. Sahi, Adnan Hoca’nın o kadar kitabı neden bedava dağıttığını sanıyorsunuz.  Bir yerde söylese bunları “ulen deli saçması bunlar” der geçer millet. Ama kitap bu, yalan söyleyecek değil ya abiler!.. En saçma sözleri bile bir kitap kapağına toplasanız itibar görür hale geliyor. neden? Çünkü kitap efendim! Bir nevi kitap’a tapma durumu.

Kendim de yaşıyorum, bir kitap okurken. Okuyorum; “tabi ya, öyle tabi” diyorum, okumaya devam ederken kafamı kurcalamaya başlıyor az önce “tabi ya, öyle tabi” dediğim kısım. Geri dönüp okuyorum, “ne diyor yav bu” deyip daha dikkatli bakıyorum, sonra bir daha okuyorum. “Hadi len” diyorum. En sonunda okumayı bıraktım bu durumdan sıkılıp. Her saniye diken üzerinde de kitap okunmaz ki ama arkadaş!

Şunun şurasında kitap denen hadisenin bu denli yaygın basımı ve okunmasının evveliyatı 200-250 sene ancak var. İnsanlık tarihi ise binlerce yıllık bir mesafe. İşte bu son 200-250 seneye girene kadar, yani kitapların hızlı çoğaltım ve dağıtımının mümkün olmasına kadar mutlu mesut (ya da her ne ise) yaşayan insan soyu, kitaplarla birlikte herşeyi berbat etmiş bulunuyor. Kitapların böyle yaygın dağıtımıyla ortaya çıkan 2 sonuç var: Bilginin birikimi ve dağıtımı kolaylaştığından hızlı bir ilerleme ve bunun sonucu ortaya çıkan gelişmelerin insan popülasyonunun hızlı artışı ve sonuçta da bugün küresel iklim sorunlarıyla karşı karşıya kalışımız. Bu sonuç biraz teknik bir durum olduğu için eninde sonunda varılacak yere biraz erken varmanın bi zararı yok belki.

Ancak ikinci sonuç; kitapla birlikte insanın şeyleşmesinin artaması ve yaygınlaşması sorunu es geçilebilir bir durum değil. Artık bir kitaptan referans almayan düşünce itibar bile görmüyor nerdeyse. Ya da yeni bir kitap olarak ortaya çıkması gerekiyor kaale alınmak için. Bu durum, kişinin özneden nesneye yolculuğunda şeyleşmesiyle sonuçlanıyor nitekim. İnsan okudukça kendisi gibi bunalan ve kendisi gibi düşünen nice kimse daha olduğunu öğrenmek dışında bir şey geçmiyor eline. Özgün düşüncelerini yitiriyor. Tabi ki bu durum için şu itiraz yapılabilir. Peki insan bu bilgiye sahip olmadığında da yanılsama içinde olmuyor mu? Olabilir, ama önemli olan ne olduğu değil, ne yaşandığıdır.

Sadece kitaplarla ilgili değil ama günümüzde bütün kültür üretiminin insanın yabancılaşmasına katkıda bulunmak dışında işlev görmediği düşüncesindeyim. Bugün kitap da dahil her tür üretim, bir etkinliğin (hareketin), bir dönüşümün parçası olmadığından ürün( meta) olmanın ötesine geçemiyor. Aslen bütün kitaplar, bildiklerimizi tekrarlamak dışında bir işe yaramıyor artık. Ol sebep, fantastik kurgular altın çağını yaşıyor. Derin “kültür ve düşünce pazarı” ise insanı, kendi gerçekliğinden uzaklaştırmak dışında bir işe yaramıyor. Bakalım ki bir kız elinde de Sartre’ın kitabı var. İşte, felsefe ilgilisi bir karşı cins! Ya gerisi; yani o cins o kitabı okuyup ne yapacak? Varoluşçu mu olacak? tamam olsun, peki ne değişecek? Aynı barlara gidip aynı yakışıklı oğlana aşık olmayacak mı bu genç kızımız? Şimdi, görüleceği gibi, ilginin oluşturduğu bir gerçeklik yok artık. Yani, okuyacak farklı bişey bulmak kolay ama yapacak farklı bişey yok maalesef. o zaman susuzluğunu dinle, Adam Fawer oku!

Bütün o arka kapak yazıları neden bu kadar reklamcı kalemiyle yazılıyor sanıyorsunuz? Çünkü okumak için “imaj hiçbirşeydir, susuzluk herşey” dışında bir nedenimiz yok artık…
[caption id="attachment_700" align="alignnone" width="570" caption="Josef Koudelka - "Gypsy boy""][/caption]

 

gidelim mi
gidelim

topla acılarını
topla
ne varsa
geri kalan

zaman
yola düşme

zamanı
şimdi

kimdi
aradığın

bulduğun
kimdi

şimdi
yollara
yeniden

kendini
aramak için

bıraktık
tık
tık
tık

bütün
yükümüzü
suya

bulduğun
yalnızca

şu ya:

her göçebe ruh, eninde sonunda bir çingeneye dönüşür!
[caption id="attachment_678" align="alignnone" width="608" caption="L'assassinat de Marat (vers 1880), Jean-Joseph Weerts (1847-1927), Roubaix, Musée d'Art et d'Industrie."][/caption]

siz aydın insanlarsınız, bizden değilsiniz. siz zehirlenmiş bir adamsınız. sizin için fikirler insanlardan daha önemli.

sizler bizimlesiniz ama bizimle değilsiniz! işte benim söyleyeceğim şey: aydınlar huzursuzluktan hoşlanıyorlar, yüzyıllardır ayaklanmaya alışmışlardır. isa nasıl idealist biriydi ve nasıl ilahi amaçlar uğruna ayaklandıysa, bütün aydınlar da bir hayal uğruna ayaklanıyorlar. idealistler ayaklanıyor, bütün değersizler, aşağı olanlar da onlarla birlikte ayaklanıyorlar. hepsinin ayaklanma nedeni kin ve nefrettir; çünkü hayatta bir yerleri olmadığını görüyorlar. işçi, devrim için ayaklanıyor. onun istediği iş aletlerinin, iş ürünlerinin adil bir şekilde bölünmesi. oysa iktidar makamını kesin olarak ele geçirdiğinde devletin varlığına tahammül edeceğini mi sanıyorsunuz? hepsi dağılacak ve herkes kendi hesabına sakin bir köşe kuracaktır.

teknik mi diyorsunuz? oysa teknik boynumuzdaki düğümü daha fazla sıkıyor. bizi daha sıkı bağlıyor. hayır, gereksiz yere çalışmaktan kurtulmalıyız. insan huzur istiyor. fabrikalar ve bilim huzur vermiyor. bir insanın yaşaması için hiç de o kadar şeye ihtiyacı yok! bana küçük bir ev gerekirken neden koca şehirler kurayım? toplu yaşanan yerlerde su kanallarına, kanalizasyona, elektriğe ihtiyaç vardır. bunlar olmadan yaşamayı bir deneyin bakalım. o kadar kolay olacak ki! hayır, bizde gereksiz olan o kadar çok şey var ki! bütün bunlar aydınların yüzünden. bu yüzden ben de diyorum ki aydınlar zararlı insanlardır.

yukarıdaki satırlar bizim iyi huylu maksimiç'in (maksim gorki) bir gece yarısı donmaktan kurtarıp evine götürdüğü bir fransız'ın kendisine söylediği sözler. "benim üniversitelerim" kitabında sözünü ettiği üniversitelerinden biri bu adam da. ben fransız'dan daha ileri gidip şöyle düşündüm:

evet, aydınlar ayaklanıyorlar bir ideal için ve aşağı halk kitlesi de onlarla birlikte ayaklanıyor. ya sonra? aydınlar ideallerini yaşama geçirmek için iktidarı ellerinde tutmak zorunda olduklarını görüyorlar. aslında onlar için gerçekten de halk kitlesinin huzuru yerine ideallerinin gerçeklik karşısında sınanması çok daha büyük bir anlam ifade ediyor. bu nedenle fransız devrimi'nde görüldüğü üzre korkunç bir terör uygulamaktan bile geri durmuyorlar.

marat'nın yargılamadan kurtulduktan sonra başına defne tacı geçirilip halkın omuzlarında gezdirilirken bağırdığı "yüz bin kelle istiyorum!" lafı da çok ironik bu sebeple. (bu arada devrimin önderlerinden robespierre'in kellesinin de araya karışması belki daha ironik!) ideallerle gerçeklik arasında büyük açı farkını yaratan aydınların bu tavrı belki de. ideallerin gerçekleşmesi için soyundukları "toplum mühendisliği" çoğu zaman trajediye dönüşüyor ve tarih bunun örnekleriyle dolu.

sanki bu fransız'a katılıyor gibiyim: aydınlar zararlı insanlardır!
[caption id="attachment_582" align="alignnone" width="501" caption="başbakan erdoğan, stadı terkederken yıldo'yla ben "zınn zınn"lıyorduk."][/caption]

evet efendim, artık adnan polat da konuştuğuna göre açıklamanın zamanı geldi. bütün o olayları biz yönettik: yıldo'yla ben! doğru, stada girecek paramız yoktu. ama oto sanayi'den telepati gücüyle stada bağlanarak bütün o protestoyu, ah'ı ve vah'ı; ıslık'ı ve yuh'u organize ettik. yıldo bana geldiğinde bunu başarabileceğimizi zannetmiyordum. ancak yıldo, kendisindeki telepatik gücün her şeyi başarabileceğini kanıtlayınca yapacak bir şey kalmadı. hemen karşımda hiçbir aygıt veya alet kullanmadan bir ev hanımına bağlanarak "aloo, ne koyiim?" diye sordu. "tarkan'dan bir şey gelse ya yıldo bey" dedi ev hanımı. "tarkan'dan mı, arkandan mı?" diyerek o pis kahkahasını da patlatınca yıldo, oto sanayi'nin yolunu tutmaktan başka çare kalmamıştı.

yıldo'nun "zınnn, zınnn" şeklinde sesler çıkararak stada bağlanışına da canlı tanık oldum. sonra ben de denedim ve alnımın ortasında parlayan "successful connection" yazısını görünce gözlerim de pırıl pırıl oldu. hemen harekete geçerek toki başkanı'nın konuşmasını değiştirdik. tamamen kontrolümüze giren toki'ci saçma sapan höykürmeye başlayınca yıldo taraftara sinyal göndererek ıslık ve yuh hareketini başlattı. hemen ardından başbakan stada girince volüm'ü son sese kadar açtık.



işte, bütün gerçekler budur. olay sonrası şişli cumhuriyet savcılığının bir grup mazlum hakkında "açılışına emek vermiş bir başbakanı, stadın açılış günü ıslıklamak ve yuhalamak" suçlamasıyla dar ağacına göndereceğini öğrenmemle birlikte yaşadığım derin suçluluk duygusuyla yazıyorum bunları. yıldo'yla ben, iki nankör kendini bilmez yüzünden, dış mihraklar tarafından kontrol edilen iki soysuz yüzünden suçsuz ve günahsız insanların acı çekmesine gönlüm daha fazla rıza göstermedi. hayır sayın adnan polat; stada 300 provokatör sızmadı. yıldo'yla ben sızdık! kızılötesi teleotomatik ışın sinyallerinin lodos rüzgariyle radyomekanik güçsel etkiye dönüşmesiyle sızdık stada. o suçsuz, o günahsız insanları yoldan çıkardık. nankör, terörist ve provokatör olarak anılmalarına sebep olduk.

ben bütün pişmanlığımla meksika körfezi'nden yazıyorum bunları. yıldo da sanırım karayip korsanları ile pasifik'te yol almakta. umarım ki bütün o suçsuz ve günahsız insanlara bir şeycik olmaz ve umarım ki adalet mülkün temeli olur.

sağlıcakla kalınız adnan bey, 6 projenizle mesut ve bahtiyar olursunuz işallah...


1988-89 sezonu sanırım galatasaraylı oluşumuzun tescillendiği yıldı. ali sami yen'in çok uzağında bir yerde sokaklara dökülmüş, deli gibi seviniyorduk. takımımız, avrupa şampiyon kulüpler kupası'nda yarı finale çıkmayı başarmış ilk türk takımı idi. coşkumuz binbeşyüz idi. o zamanlar televizyon'da bile nadir görürdük ali sami yen'i, yutkunarak izlerdik stad coşkusunu. küçüktük o zamanlar ama coşkumuz büyüktü. cevad'ıyla, tanju'suyla, cüneyt'i ve yusuf'uyla seviyorduk o takımı.

sonra yolumuz kesişti ali sami yen'le. yüzünü görüp, coşkusunu yaşama fırsatına da bulduk. öyle ömrümü geçirdiğim bir yer değildi elbet. toplasanız da 20-30 maça ancak gitmişliğim vardır. ne zaman beleş bir giriş buldum, o zaman aldım soluğu yanında.

ilk gittiğim maçta 5 yemiştik. chelsea, zola'nın önderliğinde sahadan silmişti bizi. hemen yanımda fenerbahçe teknik direktörü zeman oturuyordu. doğrusu ya, iyi başlamamıştım futbol yaşantıma. ama sonra işler düzelecek, üstüste 4. şampiyonluk ile uefa kupası da gelecekti.

2008 şampiyonluğunda mehmet bey'le katkımız küçümsenemez. o yıl, "gittiğimiz hiçbir maçta takım yenilmiyor" diyerek kaçırmadık hiçbir maçı. gerçekten de yenilmedi hiç galatasaray gittiğimiz maçlarda. bize saygısından dolayı, cadde tarafındaki kaleye attı gollerin çoğunu da. çünkü o kale hemen önümüzdeydi bizim.

son maça giderken o sene, "kiya hoca'm, olur mu sence?" demişti mehmet bey. "şu kayseri maçını alalım da" demiştim her zamanki temkinliliğimle. "sabri'ye de söyle, şut çekmesin, pas versin" dedim. maç öncesi şut çalışmasında bile kaleyi tutturamıyordu. hasan şaş bile daha iyiydi ondan. ama işte bana nispet yapıp 2 şutta iki gol yazdırdı sabri. sonrasında mehmet bey, içerde tv karşısında ben statta birbirimize telefonla bağlı olarak o geçmek bilmez dakikaları yaşadık. denizli'den gelen haber, ikinciliği kutlamaya hazırlanmış galatasaray camiasını göklere fırlattı. ve haklı bir gururu yaşadık şampiyonluktaki katkımız nedeniyle.

saymakla bitmez anılarım da yok orada. o büyük zaferlerin çoğunu da televizyon başında izledim. ama işte, yanından geçerken bile gururlanırdık ali sami yen'in. şimdi tarihe karışıyor o da. yaşantımızın bir çok nesnesi gibi, anılarda kalacak yalnızca. az ya da çok, iyi ya da kötü, anılarda yaşayacak.

hoşçakal ali sami yen, biz yine de mecidiyeköy'den gayrettepe'ye doğru yolumuz düştükçe gururlanacağız "burada ali sami yen vardı" diyerek. bütün o güzel yılları hatırlayıp, bir sigara tüttüreceğiz...


I
Bu sabah geldik ve iyi karşılanmadık, çünkü kumsalda bir sürü ölü adam ya da bir sürü ölü adam parçasıyla harap kamyon ve tanklardan başka kimse yoktu. Hemen her yandan kurşunlar geliyordu, laf olsun diye karışıklığın böylesinden hoşlanmam. Suya atladık, ama göründüğünden daha derindi, bir konserve kutusuna basıp kaydım. Tam arakamdaki delikanlının yüzünün dörtte üçünü, gelen bir mermi alıp götürdü., konserve kutusunu anı olarak sakladım. Yüzünün parçalarını miğferime koydum ve ona verdim, yaralarına baktırmaya gitti, ama yanlış yolu seçmişe benzer, çünkü boyunu geçecek kadar suya girdi, dipte kaybolmamasına yetecek kadar gördüğünü de sanmıyorum.

Sonra doğru yönde koştum ve suratımın ortasına bir bacak yemek için tam zamanında yetiştim. Herife haddini bildirmeye çalıştım, ama mayın, yola getirilmesi pek kolay olmayacak parçalar bırakmıştı geriye, ben de yaptığını görmezden geldim ve devam ettim.

On metre ötede, bir beton bloğun arkasında duran ve daha yukarıdaki bir duvar parçasına ateş eden üç delikanlının yanına vardım. Ter içinde ve sudan sırılsıklamdılar, ben de onlar gibi olmalıydım, onun için diz çöktüm ve ben de ateş ettim. Teğmen geri geldi, iki eliyle başını tutuyordu ve ağzından kırmızı bir şeyler akıyordu. Halinden memnun görünmüyordu, hemen, ağzı açık ve kolları önde, kuma uzandı. Kumu az kirletmemiş olmalı. Temiz kalan ender köşelerden biriydi.

Oradan, karaya oturan gemimizin önce sırılsıklam salak bir görünüşü vardı, sonra üstüne iki top mermisi düşünce gemiye benzer yanı da kalmadı. Bu hoşuma gitmedi, çünkü iki arkadaşım, atlamak için doğrulurken yedikleri kurşunlarla, hâlâ içindeydiler. Benimle ateş eden üçünün omuzuna vurdum ve onlara şöyle dedim: "Gelin, gidelim". Tabii onları öne geçirdim, iyi de yapmışım, çünkü birinciyle ikinciyi bize pusu kuran diğer ikisi avladı ve önümde yalnız biri kaldı, zavallı dostum, talihi yaver gitmedi, en kötüsünü haklar haklamaz, öteki, ben işini bitirmeden önce, onu öldürmeye yetecek zamanı buldu.

Duvar parçasının ardındaki bu iki itin bir mitralyözleri ve yığınla fişekleri vardı. Mitralyözü aksi yöne çevirdim ve tetiğe bastım, ama hemendurdum, çünkü kafamı ütülüyordu ve üstelik tutukluk yapmıştı. Yanlış yönde ateş etmemek için ayarlanmış olmalılar.

Orada rahatım yerinde sayılırdı. Kumsalın tepesinden, manzaradan yararlanılabiliyordu. Denizde, her yandan dumanlar çıkıyor ve su pek yükseğe fışkırıyordu. Büyük zırhlıların yaylım ateşinin parıltıları da görülüyor ve mermileri başların üstünden, havada oyulmuş bir pes ses silindiri gibi tuhaf, boğuk bir gürültü çıkararak geçiyordu.

Yüzbaşı geldi. Tam on bir kişi kalmıştık. Bunun fazla olmadığını, ama böyle idare edeceğimizi söyledi. Daha sonra tamamlandık. Şimdilik bize çukurlar kazdırdı; uyumak için sanıyordum, ama değilmiş, içlerine girip ateşe devam etmemiz gerekti.

Neyse ki ortalık aydınlanıyordu. Şimdi, gemilerden sürü sürü asker karaya çıkıyordu, ama balıklar karışıklığın acısını çıkarmak için bacaklarının aralarından sıvışıyordu, çoğu suya kapaklanıyor ve çılgınlar gibi hırlayarak kalkıyordu. Bazıları kalkmıyor ve dalgalara kapılarak uzaklaşıyordu, yüzbaşı hemen, yeniden takırdamaya başlayan mitralyöz yuvasını, tankın arkasında ilerleyerek etkisiz duruma getirmemizi istedi.

Tankın arkasına dizildik. Ben en arkaya geçtim, çünkü bu meretlerin frenlerine pek güvenmiyorum. Her şeye rağmen bir tankın arkasında yürü*mek daha rahat, zira dikenli tellerle boğuşmaya gerek kalmıyor ve kazıklar kendiliğinden düşüyor. Ama cesetleri, hatırlanması zor bir tür ses -o sırada oldukça özel bir ses- çıkararak ezmesinden hoşlanmıyordum. Üç dakika sonra bir mayının üstünde havaya uçtu ve yanmaya başladı. Heriflerden ikisi çıkamadı, üçüncüsü çıkabildi, ama ayaklarından biri tankın içinde kalmıştı, bilmem ölmeden önce farkına vardı mı? Her neyse, mermilerinden ikisi yumurtaları ve adamları da kırarak mitralyöz yuvasına düşmüştü bile. Karaya çıkanların durumunda bir düzelme oldu, ama bu kez de bir tanksavar bataryası ateş kusmaya başladı ve en az yirmisi suya düştü. Ben yüzü koyun yattım. Bulunduğum yerden, biraz sarkınca ateş ettiklerini görebiliyordum. Yanan tankın iskeleti beni biraz koruyordu, özenle nişan aldım. Nişancı kıvrana kıvrana düştü, biraz fazla aşağıdan vurmuş olmalıydım, ama işini bitiremedim, önce diğer üçünü devirmem gerekiyordu. Kolay olmadı, neyse ki yanan tankın gürültüsü böğürmelerini duymama engel oldu –üçün- cüyü de kötü öldürmüştüm. Zaten her yanda bir şeyler patlamaya ve tütmeye devam ediyordu. Daha iyi görmek için gözlerimi iyice ovaladım, çünkü, ter görmemi engelliyordu, yüzbaşı geri geldi. Yalnız sol kolunu kullanıyordu. "Sağ kolumu gövdeme sıkı sıkı bağayabilir misiniz?" Olur dedim ve onu sargı bezleriyle sarıp sarmalamaya başladım, sonra iki ayağı birden yerden kesildi ve üstüme düştü, çünkü arkasında bir el bombası patlamıştı. Anında kaskatı kesildi, İnsan çok yorgun öldüğü zaman böyle olurmuş, her neyse, böylece üstümden kaldırması daha kolay oldu. Sonra da uyumuş olmalıyım, uyandığım zaman sesler daha uzaktan geliyor ve miğferinde çepeçevre kızıl haçlar bulunan şu heriflerden biri bana kahve koyuyordu.

II
Sonra içerilere doğru yola çıktık ve eğiticilerin öğütleriyle, tatbikatlarda öğrendiğimiz şeyleri uygulamaya çalıştık. Mike'ın cipi biraz önce döndü. Kullanan Fred'di ve Mike iki parçaydı; Mike'la bir tele rastlamışlardı. Diğer ara*baların önünü çelik bir bıçakla donatıyorlar, çünkü ön cam kalkık gitmek için hava fazla sıcak. Hâlâ dört bir yandan ateş kusuyorlar ve keşif kolu üstüne keşif kolu çıkıyor. Biraz fazla hızlı ilerledik sanırım, ikmal bağlantısını korumakta güçlük çekiyoruz. Bu sabah en az dokuz tankımızı kullanılmaz duruma getirdiler, tuhaf bir de olay oldu, bir adamın roketatarı roketle birlikte fırladı gitti, adam da arkasından kayışa takılı kaldı. Kırk metreye yükselmeyi bekledi ve paraşütle indi. Takviye istemek zorunda kalacağız sanırım, çünkü bahçıvan makası şakırtısı gibi bir şey duydum, bizi artçı birliklerimizden kesip ayırmış olmalılar...

III
...Bu bana altı ay önce bizi artçı birliklerimizden kesip ayırdıkları günü hatırlatıyor. Şimdi iyice sarılmış olmalıyız, ama artık yaz geride kaldı. Neyse ki, hâlâ yiyecek bir şeyler bulunuyor, cephane de var. Her iki saatte bir nöbet devralmamız gerekiyor, yorucu olmaya başladı, ötekiler bizden aldıkları esirlerin üniformalarını çıkarıyor ve bizim gibi giyinmeye başlıyorlar, uyanık olmak zorundayız. Bunlar yetmiyormuş gibi, artık elektrik de kesik, dört bir yandan da kafamıza top mermileri iniyor. Şimdilik, artçı birliklerle bağlantıyı yeniden kurmaya çalışıyoruz; bize uçak göndermeleri gerek, sigara sıkıntısı başlıyor. Dışarıda gürültü var, bir şeyler hazırlanıyor olmalı, artık miğfer çıkarmaya bile zaman yok.

IV
Gerçekten bir şeyler hazırlanıyormuş. Dört tank neredeyse buraya kadar geldi. İlkini, çıkarken gördüm, hemen durdu. Bir el bombası, paletlerinden birini parçalamıştı, korkunç bir hurda gürültüsüyle birdenbire boşaldı, ama tankın topu bu kadarcık şey yüzünden tutukluk yapmadı. Bir alev makinesi kaptık; bu sistemin can sıkıcı yanı, alev makinesini kullanmadan önce tank tavanını yarmayı gerektirmesi, yoksa tank (kestane gibi) patlıyor ve içindeki herifler kötü kebap oluyor. Üç kişi, bir demir testeresiyle tavanı yarmaya giriştik, ama iki tank daha geliyordu, bunu yarmadan patlatmak gerekti.İkinci de patladı, üçüncü ise geri döndü, ama bu bir hileydi, çünkü geri geri gelmişti; bu yüzden kendisini izleyenlerin üstüne ateş ettiğini görmek bizi biraz şaşırtıyordu. Doğum günü armağanı olarak 88'lik on iki mermi gönderdi bize; yeniden kullanmak istiyorsak, evi baştan yapmamız gerekecek, ama bir başkasına taşınmak daha az zaman alacak. Sonunda bu üçüncü tankı, biri roketatarı hapşırık tozuyla doldurarak safdışı ettik, içerdekiler kafalarını zırhaöylesine vurdular ki, cesetten başka bir şey çıkmadı. Yalnız sürücü hâlâ bir parça yaşıyordu, ama kafasını direksiyona sıkıştırmış kurtaramıyordu, bu yüzden sapasağlam tankı bozmaktansa herifin kafasını kestik. Tankın arkasından, mitralyözlü motosikletliler, ortalığı harman yerine çevirerek geldiler, ama eski bir biçerdöver sayesinde hakkından gelmeyi başardık. Bu sırada, kafamıza da birkaç bomba, hatta uçaksavarlarımızın istemeden düşürdüğü bir uçak indi, çünkü genellikle tankları hedef alıyorlardı. Bölükten Sinon, Morton, Buck ve K.P.'yi kaybettik, geride diğerleri ve Slim'in bir kolu kaldı.

V
Hâlâ sarılıyız. Şimdi aralıksız yağmur yağıyor, iki günden beri. Damda her iki kiremitten biri eksik, ama damlalar tam gereken yere düşüyor, ıslandığımız söylenemez. Bunun daha ne kadar devam edeceğini kesinlikle bilmiyoruz. Keşifler sürüyor, ama eğitilmeden, periskoptan bakmak oldukça güç, bir çeyrek saatten fazla kafayı çamur içinde tutmak da yorucu. Dün bir başka keşif koluna rastladık. Bizden mi, yoksa karşı taraftan mı olduklarını bilmiyorduk, ama çamurun içinde ateş etmenin hiçbir tehlikesi yok, çünkü kimsenin zarar görmesi mümkün değil, tüfekler hemen dağılıyor. Bu çamur*dan kurtulmak için her şeyi denedik. Üstüne benzin döktük; yanarken kuru tuyor, ama sonra üstünden geçerken insanın ayakları pişiyor. Asıl çözüm sağlam toprağa ayak basana kadar kazmak, ama sağlam toprakta keşife çıkmak, çamurda çıkmaktan çok daha zor. Sonunda iyi kötü alışacağız. İşin can sıkıcı yanı, böylesine birikince gelgitlerin başlaması. Şimdilik idare eder, parmaklık hizasında, ne yazık ki birazdan yeniden birinci kata yükselecek, bu da hiç hoş değil.

VI
Bu sabah başıma pis bir iş geldi. Barakanın arkasındaki hangarda, ye rimizi kestirmeye çalıştıkları dürbünle pek iyi görülen iki herife iyi bir şaka hazırlamaktaydım. 81'lik küçük bir havanım vardı, onu bir çocuk arabasına yerleştiriyordum, Johnny de arabayı itmek için köylü kadın kılığına girecekti, ama önce havan ayağıma düştü; bu, şu sırada ikide bir başıma gelenlerden farklı değil, sonra da ayağımı tutarak yere serildiğim sırada havan ateş aldı ve şu kanatlı zamazingolardan biri gidip, ikinci katta Jada çalmakta olan yüzbaşının piyanosunun tam içinde patladı. Cehennemi bir gürültü koptu, piyano parçalandı, ama en kötüsü, yüzbaşının hiçbir şeyi, daha doğrusu sıkı vurmasını engelleyecek bir şeyi yoktu. Neyse ki, hemen ardından aynı odaya bir 88'lik düştü. Yerini ille atışın dumanından kestirdiklerini düşünmedi ve onu aşağı indirerek canını kurtardığımı söyleyip bana teşekkür etti; benim için bunun hiçbir önemi kalmamıştı artık, çünkü iki dişim kırılmıştı, üstelik bütün şişeleri piyanonun tam altındaydı.

Giderek daha sıkı sarılyoruz, kafamıza aralıksız bir şeyler yağıyor. Neyse ki hava açmaya, başlıyor, on iki saatte olsa olsa dokuz saat yağmur yağıyor; bir aya kadar uçakla destek göndereceklerini umabiliriz. Üç günlük yiyeceğimiz kaldı.

VII
Uçaklar bize paraşütle bir takım zamazingolar atmaya başlıyorlar. İlkini açınca düş kırıklığına uğradım, içinde bir sürü ilaç vardı. Onları, iki parça fındıklı çikolata, şu tayında verilen rezillikten değil, iyisinden, ve yarım matara konyak karşılığında doktora verdim, ama o da zararını ezik ayağımı düzelterek kapattı. Konyağı ona geri vermem gerekti, yoksa şu sırada tek ayaklı olacaktım. Yukarda yeniden homurtular başlıyor, bulutlar azıcık aralandı, yine paraşüt gönderiyorar, ama bu kez gelenler adam galiba.

VIII
Gelenler adammış. İkisi pek matrak. Bütün yolu, birbirlerine judo oyunları yaparak, yumruklar atarak, koltukların altında yuvarlanarak aşmışa benziyorlar. Aynı anda atladılar ve birbirlerinin paraşüt iplerini bıçakla kesmece oynadılar. Ne yazık ki rüzgâr onları ayırdı, o zaman, oyunu tüfek atışlarıyla sürdürmek zorunda kaldılar. Bu kadar keskin nişancılara çok az rastladım. Şu sırada onları gömüyoruz, çünkü biraz yüksekten düştüler.

IX
Sarılıyız. Tanklarımız geri geldi ve ötekiler karşı koyamadı. Ayağım yüzünden adamakıllı çarpışamadım, ama arkadaşlara cesaret verdim. Pek coşturucuydu. Pencereden iyi görüyordum ve dün gelen paraşütçüler şeytanlar gibi çırpmıyordu. Şimdi kestane rengi üstüne sarılı yeşilli paraşüt ipeğinden bir fularım var, sakalımın rengiyle iyi gidiyor, ama yarın hava değişimine, çıkacağım için tıraş olacağım. Öylesine çoşmuştum ki, birini ıskalayan Johnny'nin kafasına bir tuğla salladım, şimdi iki dişim daha eksik. Bu savaş dişlere hiç yaramıyor.

X
Alışkanlık duyuları köreltiyor. Bunu Hugue'tte'e -öyle adları var ki- Kızılhaç Merkezinde dans ederken söyedim, o da karşılık verdi: "Siz bir kahramansınız", ama ince bir yanıt bulmaya fırsatım olmadı, Çünkü Mac omuzuma vurdu, o zaman kızı ona bırakmak zorunda kaldım. Ötekiler kötü konuşuyor, orkestra da çok hızlı çalıyordu. Ayağım beni hâlâ bir parça rahatsız ediyor, ama on beş gün sonra tamam, hareket ediyoruz. Bizim kızlardan biriyle yetindim, gelgelelim üniforma kumaşı çok kalın, bu da duyuları köreltiyor. Burada çok kız var, her şeye rağmen kendilerine söyleneni anlıyorlar, bu da yüzümü kızarttı, ama onlardan pek iş çıkacağı yok. Dışarı çıktım, hemen bir sürü başka kız buldum, aynı cins değil, daha anlayışlı, ama en ucuzu beş yüz frank, o da yaralı olduğum için. Tuhaf şey, bunlar Alman ağzıyla konuşuyor.
Sonra Mac'ı kaybettim ve çok konyak içtim. Bu sabah, başımda, M.P.'nin vurduğu yerde müthiş bir ağrı var. Hiç param kalmadı, çünkü sonunda bir İngiliz subayından Fransız sigaraları satın aldım, canıma okudular. Biraz önce attım, mide bulandırıcı bir şey, elinden çıkarmakla akıllılık etti.

XI
Kızılhaç mağazasından, içine sigara, sabun, şekerleme ve gazete koyulan bir kutuyla çıktığınız zaman, sokakta sizi gözleriyle izliyorlar, anlamıyorum neden, çünkü kuşkusuz konyaklarını bunarı satın alabilecek kadar pahalıya satıyorlar, üstelik kanlarım da bedava vermiyorlar. Ayağım neredeyse ta*mamen iyileşti. Burada daha uzun zaman kalacağımı sanmıyorum. Biraz çıka*bilmek için sigaraları sattım, sonra da Mac'ı tırtıkladım, ama peşini kolay kolay bırakmıyor. Kafam bozulmaya başlıyor. Bu akşam Jacqueline'le sine*maya gidiyorum, ona dün akşam kulüpte rastladım, ama akıllı olmadığını sa*nıyorum, çünkü her seferinde elimi itiyor ve dans ederken hiç kıvırmıyor. Buradaki askerler tüylerimi diken diken ediyor, çok hırpaniler ve aynı üni*formayı taşıyan iki asker bulmak olanaksız. Her neyse, bu akşamı beklemek*ten başka yapacak şey yok.

XII
Yine buradayım. Her şeye rağmen şehirde canımız daha az sıkılıyordu. Çok yavaş ilerliyoruz. Topçu ateşinin her sona erişinde, bir keşif kolu çıkarılıyor ve her defasında keşif kolundaki adamlardan biri, bir avcı eri tarafından vurulmuş dönüyor. Bunun üzerine topçu ateşi yeniden başlıyor, uçaklar gönderiliyor, her şeyi yerle bir: ediyorlar ve iki dakika sonra avcı erleri yeniden ateş açıyorlar. Şu sırada uçaklar geri dönüyor, yetmiş iki tane saydım. Pek büyük değiller, ama köy küçük. Buradan bombaların döne döne düştükleri görülüyor, güzel toz bulutları kaldırarak, biraz boğuk bir gürütü çıkarıyorlar. Yeniden saldırıya geçeceğiz, ama önce bir keşif kolu göndermek gerekiyor. Ne talih, keşif kolundayım. Yaya yürünecek aşağı yukarı bir buçuk kilometre var, bu kadar uzun yürümekten hoşlanmıyorum, ama bu savaşta fikrimiz hiç sorulmuyor. İlk evlerin yıkıntıları arkasına yığılıyoruz, köyün bir ucundan öteki ucuna tek evin ayakta kaldığım sanmıyorum. Pek oturan da kalmışa benzemiyor, gördüklerimiz de suratlarını asıyor, suratları kalmış*sa, ama onları evleriyle kurtarmak için adamlarımızı kaybetme tehlikesini göze alamayacağımızı anlamaları gerek; dörtte üçü hiçbir özelliği olmayan eski püskü evler. Üstelik, bu onlar için ötekilerden kurtulmanın tek yolu. Zaten bunu genellikle anlıyorlar, bazıları bunun tek yol olmadığını düşünseler bile. Sonunda, bu kendi sorunları, belki de evlerine düşkündüler, ama evle*rinin şimdiki durumuna bakılırsa düşkünlükleri mutlaka azalmıştır.

Keşfe devam ediyorum. Yine en arkadayım, bu daha ihtiyatlı, en öndeki az önce su dolu bir bomba çukuruna düştü. Miğferi sülükle dolu çı*kıyor, iyice sersemlemiş iri bir balığı da yanında getirdi. Dönerken, Mac ona selam vermesini öğretti, cikleti de sevmiyor.

XIII
Jacqueline'den bir mektup aldım, postaya atması için bir başka askere vermiş olmalı, çünkü bizim zarflardan birinin içindeydi. Gerçekten tuhaf bir kız bu, ama herhalde bütün kızların alışılmamış düşünceleri var. Dünden beri biraz geriledik, ama yarın yeniden ilerliyoruz. Hep baştan aşağı yı*kılmış aynı köyler, insana efkâr basıyor. Yepyeni bir radyo bulduk. Çalıştırmayı deniyorlar, bilmem bir mum parçası bir lambanın yerini gerçekten tutar mı? Sanırım evet. Chattanooga çalıyor, oradan ayrılmadan biraz önce bu parça eşliğinde Jacqueline'Ie dans ettim. Zamanım kalırsa ona cevap ve*receğimi sanıyorum. Şimdi de Spike Jones; bu müziği de severim, her şeyin sona ermiş olmasını pek isterdim, gidip sarı mavi çizgileri olan sivil bir kravat satın almak için.

XIV
Birazdan hareket ediyoruz. Yine cephenin hemen yakınındayız ve top mermileri yeniden düşmeye başlıyor. Yağmur yağıyor, hava çok soğuk de*ğil, cip iyi gidiyor. Yaya devam etmek için cipten ineceğiz.

Sonun yaklaştığı söyleniyor. Bunu nereden anladıklarını bilmiyorum, ama en kolay yoldan bu işten sıyrılmayı isterim. Hâlâ kenarda köşede sıkı çarpı*şılan yerler var, neler olacağı kestirilemez.

On beş gün sonra yeni bir iznim var, Jacqueline'e beni beklemesini yazacağım. Belki bunu yapmakla hata ettim, yakayı ele vermemek gerek.

XV
Hâlâ mayının üstünde ayaktayım. Bu sabah keşfe çıkmıştık ve her zamanki gibi en arkada yürüyordum, hepsi yanından geçti, ama ben ayağımın altında tıklamayı duydum ve orada çakıldım kaldım. Ancak ayağınızı kaldırdığınız zaman patlıyorlar. Ceplerimde ne varsa ötekilere attım ve çekip gitmelerini söyledim. Yapayalnızım. Dönmelerini beklemem gerek, ama dönmemelerini söyledim, kendimi yüzü koyun yere atmayı deneyebilirim, ama bacaksız yaşamaya dayanamazdım... Yalnız not defterimle kalemim bende. Ayak değiştirmeden önce onları fırlatacağım ve bunu mutlaka yapmam gerek, çünkü savaştan usandım, çünkü bacağım karıncalanmaya başlıyor.

Les Fourmis

Fransızcadan çevirenler:
Cemal AKAL
Engin ÖZDEN


çile deli, çeken ondan deli
gönül divanedir sen gideli
kapıldım giderim, n'etmeli bilmem
nasıl durulur gönlümün seli

çilehane'dir, şu çilekeşin evi
geldin, uyandırdın içimdeki devi
ya gel odun at, yansın bu ateş
ya da söndür artık şu alevi

Munip Utandı - Kapıldım Gidiyorum Bahtımın Rüzgarına
[caption id="attachment_490" align="alignnone" width="600" caption="The Fortune Teller (Falcı), Caravaggio (1594–95; Canvas; Louvre)"][/caption]

macar falcıyı başıma aysun hanım musallat etti. allandırdı ve ballandırdı, her şeyi biliyor, her şeyi görüyor dedi. o anlattıkça benim gıcığım artıyordu macar falcıya. sinsi planlar kafamdan geçip duruyordu. sonunda dayanamayıp, "aysun hanım, beraber gidelim şu macar'a bir gün" deyiverdim. elbette bu sinsi planımı yaşama geçirmek için ilk adımdı. macar falcıyı madara etmek heyecanı bütün vücudumu sarmıştı.

derhal hazırlanmalıydım. önce avcılar tarafına gitmem gerekiyordu. orada silah market'inin kapısına büyük bir bez afiş asmışlardı, görmüştüm: "ARADIĞINIZ HER ŞEY VE DAHA FAZLASI" yazmışlardı. demek ki aradığım şey ordaydı, hatta fazlası bile. gerçi kıtalar arası nükleerli balistikli füze aramıyordum ama yine de seçeneğin çok olması iyiydi. bu "DAHA FAZLA" sözü olmasa reklamcılar ne yer, ne içerdi, onu da düşünecek değildim bu durumdayken. şimdi gerekli ekipmanı toplamak ve taksi şöförü'ndeki robert de niro hesabı olaya hazırlanmak her şeyden önemliydi. yine de daha fazlasını bulmuşken eve bir kıtalar arası füze yerleştirmek de akıllıca olabilirdi. hem belki 2 alıp 1 ödeyebilirdim, kredi kartına 12 taksit yaptırıp, ödemeye 2 ay sonra da başlayabilirdim. silah market'te her şeye hazırlıklı olmak gerekirdi, insanın yolu her gün düşmüyordu sonuçta oraya.

sonuçta ekipmanı tamamlamış ve heyecanla aysun hanım'ın arayacağı günü beklemeye başlamıştım. fala inanmayacaktım ama falsız da kalmayacaktım. ayna karşısına geçip prova ediyordum sinsi planımı. tıpkı taksi şöföründeki robert de niro gibi. "her şeyi bildin macar falcısı, ama bunu bilemedin" diyerek silahı doğrultuyor ve yüzüne inen şaşkınlık ve korkuyu izlemeye doyamıyordum kurbanımın. kara irbam'ın şiiri ile birlikte keyfime diyecek yoktu:

Falıma bakma  o noksan kalsın
Bırak şu fincanı hey Falcı teyze
Yarınımı bilme kadere kalsın
Bırak şu fincanı hey Falcı teyze

böylelikle yola koyulduk aysun hanım'la. bu çok iyi bir şeydi, yanımda bir kadınla fazla dikkat çekmeyecektim macar falcıya giderken. beklediğim kadar etkileyici bulmadım doğrusu falcıyı evine vardığımızda. iki adet sarı saçlı ve yeşil gözlü çocuk ortalıkta dönüp duruyordu. biraz hayal kırıklığı yaşamıştım, falcıya değil de komşuya misafirliğe gitmiş gibiydik. sonunda evin büro olarak kullanılan odasına geçtiğimizde motivasyonumu yeniden kazandım. önce aysun hanım baktırdı falına, sonra da ben geçtim karşısına hınzır bir ifade yüklü suratımla. anlatmaya başladı falcı, çok şey bildi belki de gerçekten,çünkü ben heyecanla terliyor ve onu dinlemiyordum. az sonra olacakları düşündükçe de için için keyif basıyordu her yanımı. herşeyi anlattıktan sonra "iri, kocaman gözleri olan bir kadın görüyorum" dedi, "uzak dur ondan, yoksa hayatını mahvedecek!"

"biliyor musunuz" dedim, "herkes hakkında çok şey biliyorsunuz belki ama kendi geleceğiniz hakkında hiçbir şey bilmiyorsunuz!" "neden ki?" dedi macar falcı. "işte bu yüzden" dedim, cebimdeki silahı çıkarıp ona doğrulturken. gülümsedi ve eteğinde sakladığı silahı benden evvel ateşledi. gözlerine baktım düşmeden önce, iri ve kocamandı ve ben hemen karşısındaydım o gözlerin.

gerçekten fala inananlar, inanmayanlardan üstündür. en azından yaşamlarına devam ederler iyi kötü. benim gibi toprağın altından yazmak zorunda kalmazlar böyle...













karşımda dolunay, aklımda sen
lodos rüzgarıdır usulca esen
sen hep uçarı, hep öyle şen
çile, senin bize bıraktığındır

ucu bulamadım, bu bir kördüğüm
senin hayalindir benim gördüğüm
bir zamanlar kıyısında yüzdüğüm
o derin nehir senin aktığındır

kiya bu yollarda şol neler gördü
anladı üçü beşi, ikiyle dördü
gör ki başımıza gör neler ördü
ince nakışlarla, senin tığındır

Sevda - Ele Deme
[caption id="attachment_603" align="alignnone" width="549" caption="niyork atatürk bulvarı'ndaki pilavcı, istanbul'daki orijinallerini aratmıyor."][/caption]

ye ye ye, bi geceyi de huzurlu geçirmek nasip olmayacak mı arkadaş? dakka geçmeden ortalık karıştı işte. haa, diyceksiniz ki harlem'in cafcaflı yerlerinden çıkmazsan böyle olur işte. tamam da kardeşim insana da hareket, bünyeye de andrenalin lazım bi yerde. şu bira şişelerini toplamak için dönüp duran ihtiyara da gıcık oldum. musallat oldu başıma, iki de bir gelip gereksiz geyiğin dibine vuruyor. ama gürültüyü o koparmadı, taksi durağının berisine park edip müşteri bekleyen taksicinin üzerine çullanan durak taksicileri kopardı. hani manzarayı görseniz, taksici taksiciye bunu yaparsa insan insana ne yapmaz dersiniz. haa, sizi bilmem de ben aynen öyle dedim. bu durak taksicilerinin içinde birisi var ki, kudurmuş gibi saldırıyor garibana. küfürün biri bin para. az sonra levyeler, sopalar havada uçuşacak gibi duruyor. ama yok, diğer taksici pabuçun pahalı olduğunu gördü ve yavaş yavaş sürmeye başladı arabasını. giderken de "o küfürleri götüne sokcam senin" demeyi ihmal etmedi tabi.

 

işte bizim şişe toplayıcısı ihtiyarın gözünün parlaması bu sayede oldu: "sokar tabi abicim, baksana, it gibi saldırıyor adamın üzerine. ben gözümle gördüm. adamı masaya yatırıp hayvan gibi kestiler kafasını. 75'te, şişli'de bir meyhanede." "olabilir" dedim, "yapabilir yani." "yok yok" dedi adam, "bak şimdi, bunun kolu bacağı kesik bedenini buralarda bulursan şaşırma sakın, yapar abi, adama yapmadığını bırakmadı ki." "tamam abi" dedim, "yapsın, bana ne?" "bak" dedi eleman, "bunun gibiler çok geçti benim elimden, 71'de edirne'de askerken." "geçmiştir abi" dedim. "bak dinle, getiriyorlardı bunun gibi itleri. soruyordum konuşacak mısın diye. konuşmayacağım deyince ağzına kalın bir demir çubuk tıkayıp döküyordum tuzruhunu. kıvranıyordu bu böyle [taklidini yapıyor adamın] konuşacak mısın diyorum, yok diyor, basıyorum siyanürü ağzına. aynen it gibi titreyerek ölüyordu bunun gibiler." gideceği yok adamın, coşmuş bir kere. "71 darbesi olmuş, o zaman çavuşum, kim ne diyebilir askere. aynen kamyonla götürüp meriç'e döküyorduk bunun gibi köpekleri." işte o sıra nerden çıktıysa bir şişe toplayıcısı adam daha geldi. bu sırada kopan gürültüyü de bu bizim "it temizleyicisi" çıkardı. küfürün bini bin para diğer şişeciyi kovmaya çalışıyor mekandan. o esnada bunu tanıyanlar da geldi, kalabalıklaştılar. diğeri pabucun pahalı olduğunu görünce yaylanmaya başladı tabi. ancak giderken de "o küfürleri sana yedireceğim" dedi. ben de ortamdan hızla uzaklaşırken, "yedirir tabi abicim" dedim. "görmedin mi nasıl it gibi saldırdı adama!" ee, nohutlu pilava n'oldu dediğinizi duyar gibiyim. ulen sizde de azıcık akıl yok ha! kim bulmuş niyork'ta nohutlu pilavı da ben bulacağım. hadin, başka kapıya...