Background
[caption id="attachment_624" align="alignnone" width="550" caption="şu leyland'ın güzelliğine bakın hele."][/caption]

evet, sene bindokuzyüzyüz, bakırköy'e gitmem gerek, gitmekle yetinsem iyi, bir de geri dönmem gerek. aksaray'dayım. o zamanlar bakırköy'e giden çok da otobüs yok. osmaniye otobüsünü bekliyorum eminönü üzerinden gelen. ancak tam yarım saat oldu bekliyorum. sonunda canıma tak dedi, gideyim, sirkeci'den gelen banliyo trenine bineyim dedim. dedim demesine ama iett yetkililerine de bildiğim küfürlerin hepsini savuruyorum. hatta en sonunda baktım tek tek saymakla olmayacak, "bildiğim tüm küfürler size olsun" deyip kurtuldum işin içinden. cebimde 1.5 liram, bir de öğrenci biletim. evet, trene gidiyoruz aleksandır, tren bileti 1.5 lira o zaman, öğrenci biletimle de geri dönmeyi planlıyorum. evet aleksandır, gayet güzel planlıyorum.

biraz yürüyüp yenikapı'dan istasyona girerken girişe markör kalemle karalanmış eğik büğük yazıyla bir şeylerin yazdığı bir karton asmışlar. cebinde 1.5 liran ve bir öğrenci biletin varsa dikkatli olmalısın aleksandır. her yazı seni ilgilendirebilir o an özensizce bir kartona yazılmış ve tren istasyonu girişine asılmış da olsa. oku bakıyım:

sirkeci-halkalı banliyö seferlerimizin bilet fiyatları sabah 07-09 ve akşam 17-19 saatleri arasında 2 liraykene diğer saatlerde 1.5 liradır

haydaaaa, bu da nerden çıktı aleksandır? şimdi söyle bakalım aleksandır, cebinde 1.5 lira ve 1 öğrenci bileti olan aklı başında bir insan bu yazıyı okuyunca ne yapar?

- saatine bakarak bilet fiyatlarının şu anda ne kadar olduğunu öğrenmeye çalışır.

bravo aleksandır, giderek bir şeyler öğrenmeye başlıyorsun. şu önümüzde sallanan saate bakarsak 17:20'yi gösteriyor zaman. bu durumda tren biletleri 2 liraya denk geliyor ki, ne yapıyoruz aleksandır? tcdd yetkililerine bildiğimiz bütün küfürleri savuruyoruz tabi ki, aferim.

şimdi, cebimde hala 1.5 lira (2 öğrenci bileti ediyor o zamanlar) bir de öğrenci biletim. yenikapı'dan sahil yoluna giderek yeşilköy otobüslerine binmek, bakırköy'e gitmenin bir diğer yolu. denemekten başka çare yok aleks. tamam patron, deniyelim.

içimde bir kuşku, otobüs durağına yürüyorum. nerden çıktı bu kuşku demeyin. şimdi tramvay yolu olarak kullanılan eminönü-zeytinburnu hattı o zaman için iett otobüsleri için tercihli yol olarak yeni açılmış ve bu tercihli yol daha hızlı aktığından bir çok sefer buradan yapılmaya başlanmıştı. doğal olarak sahilyolundaki yeşilköy seferinin de buraya alınmış olması kuvvetle ihtimal dahilinde aleksandır. ama dur bakıyim, durakta bekleyen bir sürü insan var. o halde otobüs'ün burdan geçiyor olması kuvvetle ihtimal. bu kadar insan denizi seyretmeye birikmedi heralde. tabi patron, denizi seyretmek isteseler karşıdaki yeşilliğe uzanırlardı. bravo aleks, sen iyice zehir gibi olmaya başladın.

ama o da ne? 15 dakka beklememin ardından elimde oynayıp durduğum öğrenci biletimi hızla cebime sokup duraktan uzaklaşmak zorunda kalıyorum. neden derseniz, az önce bir servis otobüsü yanaştı ve bekleyenlerin hepsi ona bindi. muhtemelen evlerine giderken "salağın biri yarım saat elinde öğrenci bileti durakta bekleyip gitti" diye gülüşüyorlardır.

tanrım, cebimde 1.5 lira ve bir öğrenci biletim, son derece sinirliyim. 1 saati geçkin bir zamandır bakırköy'e gitmeye çalışıyorum. sinirlendikçe de hırslandım, gitmesem olmaz artık. hayır, ilk otobüs bekleme sırasında pes etseydim olurdu ama artık haysiyet meselesi oldu bu. öyle bir gideceğim ki bakırköy'e, daha evvel hiç kimse böyle gitmedi diyecekler, helal olsun adama diyecekler, o kadar yani. evet sinirliyim. sağa sola bildiğim bütün küfürleri saydırıyorum. saat 17-19 saatleri arasında olmasına rağmen tren istasyonuna süzülüyorum, bilet almadan atlıyorum trene. yaaa, beni sinirlendirmeden önce düşünseydiniz bu saatler arasında bilet fiyatlarını artırmayı. alın işte, biletsiz ve sinirli trendeyim. ve üstelik bakırköy'e gidiyorum. apışıp kaldınız di mi? siz ki ben bakırköy'e gitmeyeyim diye türlü kumpas kurmuştunuz. alın işte, söker mi kumpaslarınız anadolu yiğidine bir bakın da görün, ahlaksız zibidiler sizi.

ohh, kondükör'ü de atlattık inerken ve bakırköy'deyiz, aman allah. 2 saatlik uğraşımız bizi bakırköy'e getirdi sonunda. cebimde 1.5 liram bir de öğrenci biletim. heh heh hatta keh keh.

işlerimizi hallettik. saat 23'e geliyor. şimdi dönme zamanı, cebimde 1.5 liram ve bir de öğrenci biletim. ancak o da ne? bakırköy son durağında hiç otobüs görünmüyor, plantonluk denilen hıyar mekanı da kapalı. içime kurt düşmesi an meselesi aleks. evet evet, beklediğim gibi, bu saatten sonra bir yere otobüs kalkmıyormuş bakırköy'ünden. bildiğim küfürler nerede? hah, buradaymış, alın bakalım sayın iett yetkilileri, bunlar sizin olsun.

evet aleks, şimdi ne yapacağız? çok dikkatli olmamız gerek. cebimde 1.5 liram ve bir öğrenci biletim. evet, aksaray dolmuşuna binmek çok güzel bir plan ama aksaray'a 3 lira alıyor şerefsizler. dur bakalım, denizde kum, bizde hinlik tükenmez. incirli diyerek uzatırız parayı, aksaray'da ineriz. kim karışacak bize, şaşarım. evet evet, en arkaya geçelim de parayı kimin uzattığı belli olmasın aleks. tamam patron.

evet, 1 ve buçuk liradan oluşan paramı bir önde oturana verdim incirli diyerek, o da bir öndekine incirli diyerek ve o da şöföre. şöför iki parmağı arasında şöyle bir gıcırdatarak "incirli 2 lira" demesin mi? desin aleksandır desin, bu gece milletin sülalesiyle uğraşacağımız bir gece olacakmış da haberimiz yokmuş meğer. ancak dur bakalım, en arka sıradayız, öne doğru "paramız yok baba" diye bağırmak karizmayı çizer an'adın mı?

hemen yerimden fırlıyorum ve bağırmaya başlıyorum: "ben hergün şirinevler'den 1,5 liraya biniyorum, burası daha yakın incirli'ye, niye 2 lira oluyormuş" da vır vır vır. "beğenmiyorsan in" diyor şöför. zaten bağlasan durmam, kendimizi de deşifre ettik. yolun devamında "hani incirli'de inecektin" deyip beni iyice dellendireceksin sen.

evet aleksandır, cebimde 1.5 liram, bir de öğrenci biletim. bakırköy'deyim. küfür denizim de kurudu. kimseye de küfretmiyorum artık. ayaklarım incirli'ye doğru yürüyor belki e-5'ten bir otobüs yakalarım diye. yolun uzun olduğunu o gece keşfediyorum. incirli'de otobüs durağına kurulmuş gelen geçen arabaları seyrediyorum. otobüs geleceğinden zerre kadar umudum yok. durağın biraz ilerisinde bir dolmuş, ünlü dolmuş marşını çalıyor kornayla. kendi kendime diyorum ki, bu manyak kime çalıyor kornayı? benim dışımda kimse yok buralarda.

gideyim diyorum, bineyim şuna, uzatayım parayı. "nereye" diye sorarsa "ananım ..mına" diyeyim, leviye'yi yiyeyim, rahatlayayım. oldu mu kumpasçılar, rahata erdiniz mi?

biniyorum dolmuşa, 1.5 liramı uzatıyorum cebimdeki, bütün koltuklar boş. hemen şöför arkasına oturuyorum ki, leviye'yle uzanması zor olmasın.

bir şey demiyor şöför, ben biner binmez de sürüyor arabasını. onun tanrının gönderdiği bir kurtarıcı olduğunu o saat idrak ediyorum.

2 saat sonra aksaray'dayım, cebimde bir öğrenci biletim...


 


Tedirginliğimden sık sık uyuyamadığım geceler oluyor. Önceleri tatlı gelen, gecenin derinliğine dalınınca ağırlaşan, çekilmez olan bir tedirginlik. Yaşantıların olaylarına bağlı olup da olaylarla birlikte ölmeyen duygular ağır gelir yüreğe. Duyguların dayanağı olan insan yüzleriyle yaşandığı yerler ortadan silinince de canlı ve taze kalabiliyorlar, hem de anılar gibi değil, yaşandıkları gibi daha gerçek, daha güçlü olarak. Bütün gerçek dayanaklarını yitirdiklerinde de acıyla özlemin doğmasına yol açarlar, dayanıksız gövdeyi sallar gibi titretirler yüreği, yüreğin tedirginlikleriyle beslenirler, bugünü çalıp zehirlerler geleceği.


Ve geceleri sık sık soruyorum kendime: Nereden geliyor bu tedirginlik!?


***


Her kapalı kapı dilsiz ve korkutucu gelir bana. Ard niyetli ağızları andırırlar. Onları, ay ışığında seyrettiğimde, iki kanadı birleştiren çizginin genişlediğini, yavaşça kapının açılıp ardında korkunç, bilinmez bir şeyin gizlendiğini sanırım. her kapının ardında gizlenen, en sonunda hepimizi bekleyen şeyin.


Hücremin kapalı kapısını, yoruluncaya kadar, delicesine seyrederdim bir zamanlar.


Yalnız mezarlıklarda kapılar kapalıdır, tıpkı top atan tüccarların dükkanlarında, hastalıklı ya da başka mutsuzluklara uğramış evlerde, hapisanelerde olduğu gibi.


***


 


Geçmekte olan kara trenin düdüğü sayısız anıları sürükler ardından. Boğuntulu bir şey vardır bunda, hep bir şeyler, daima başka şeyleri hatırlatan.


Umutla yolculukların kuşkusu vardır bu ötüşte, sayısız ayrılışların acısı, anlamsız yolculukların sıkıntısı, gençliğin tedirginlikleriyle nice bekleyişlerin boşunalığı.


Ötüşünde [anılarda] eğlencenin taşkınlığıyla yeni yetmelerin çılgınlıkları, alınyazılarının öfkesi, bırakılmışlığın acısıyla yalnızlığı, insanların saçma bağlanışlarıyla güçsüzlüğü ses verir.


Bu ötüş her zaman yüreği anılarla yaralar, özlemle de zehirler, altımdaki düzlükte, dumanının ak bayrağını savuran yaygın ötüşlü bu kara tren.


***


 


Günümüzde insanı eyleme itenin başlıca ve biricik kışkırtıcısının korku olduğunu gördüm, ürkütücü, anlaşılmaz, çoğunca da nedensiz ama gerçek ve derin bir korku.


İki yıldır bütün insanların yüzünde görüyorum bu korkunç ve gülünç ifadeyi, insan yüzlerinden başka hiçbir görüntüde eşine rastlanmayan ifadeyi.


Sevecenlik dolu bir ifadedir bu, onda çevreyi kollayışla dilsiz bir acıma, ondan da çok bencillik vardır. Bu ifade, daha çok da, yere düşen bir çocuğun çevresini alanlara ağlamaya mı vursun işi yoksa gülsün mü diye bakarken, yüzündeki kararsız ifadenin gülünç ve değişken görüntüsünü andırır.


Belki başlangıçta başka nedenleri de vardı, bugünse korkudur başlıca nedeni bunun. Korkudandır insanların kötü, sert ve dönek oluşları, korkudandır merhametli ve iyi oluşları.


Aşağıdaki yukardakinden korkar hep. Korkacak hiçbir şeyi olmayansa kendi hasta düşlerinden korkmaya başlar, çünkü korku bütün beyinleri dolduran bulaşıcı bir hastalıktır.


Bana işkence edecek olanın içine bir bakabilsem sanırım küçük, yoksul bir yürekle karşılaşırdım, kararsızlıkla yoğrulmuş, yadırgamalarla tehditlerden korkan bir yürekle.


Acıyorum ona, bu merhametse ıstırap veriyor bana.


***


 


İkinci gecedir uyuyamıyorum.


Bıçakla oyulmuş yaş ağaç, kabuk bağladıktan sonra da yeni kabuğu üstünde güçlükle seçilebilen yaranın izini taşır. Sonsuz buzullu uzak diyarlar bile pek kısa süren ilkyazı sezerler. En derin kuyular da güney yeliyle suların neşeli çağıltısını duyarlar.


Her yara kapanır, her acı diner, bense hiçbir zaman iyileşemeyeceğimi unutamıyorum; yalnızlıkla sarılı olduğumu, sürekli olarak acı çekeceğimi ve ikilemler içinde kalacağımı. Sevinçleri düşlerimde görmek bile yasaklandı bana; dışarlarda bir yerlerde süren ve ışık düzeniyle içeri vuran yaşamanın apaçık güzelliğini duyamıyorum.


***


 


• Hala gecelerle gece gezintilerini seviyorum. Geceleyin hiç dışarı çıkmıyorum. Oysa, çoğunluk perdeleri kapatmaya gittiğimde bir zamanlar gece gezintilerimin üzerinde parlamış o eski yıldızları görür görmez bakışlarım gökyüzüne çevrilip coşkun yüreğim geceye sürüklüyor beni.


Gecede ay aydınlığıyla beyaza kesmiş, beni kendine çeken her yolun benim için yaratıldığını sanıyorum, bir aydınlık sis içinde yiten uzaklıklarsa sürekli bir biçimde bozguna salıyor yüreğimi.


Şimdi de sık sık eski aylaklık damarım kabarıyor: ama perdeyi çarçabuk kapatıp masanın başına oturuyorum.


***


 


Kendime geldim. İnsanlar arasındayım yine. Kendi kendini kıskanan tutkulu yüreğim kutladı yaşayan insanların arasına dönüşümü.


Peki şimdi nereye böyle: Nasıl da suskun ve yorgunum. Yaygaracı bir sevinçtir sert içki, salt yalnızlıkta etkisini gösteren zehir. Görünce tanımazlıktan gelen bana gönül koymuş dostlar gibi dargır dargın susuyor bırakılmış oda, yalnızlık düşünceleri beliriyor bir bir. Kendime geldim, ama gitmemiş olsaydım daha iyi olurdu belki de.


***


 


Uzun ve sıcak öğleden sonrası. Unutulanların öğleden sonrası. Bunu andıran günlerle düşünceler olur; notaların sese dönüşüp çalışını ya da şarkıcının hafif kısık, alto sesini andıran düşünceler.


Birilerinin üzerine serpmek istediğim, sonra da kendi üzerime serpilmesini istediğim sınırsız bir iyilik düşlüyorum. Düşlüyorum, oysa bir başımayım.


Bir armağan, bir bağış gibi, çiçek açışının gölgesi gibi, açıp hemen solan, kimsenin göremediği bir çiçek gibi bir mısradır içimde dolanan. Oturup kalemi mürekkebe banıyorum, bak hele, masanın üstündeki bu kitap da ne! Evet, gerçekten de neydi benim istediğim? Evet, bir mısra! Ah, nasıl bir mısra ama! Başım ağrıyor! - kalemi atıp dolaşmaya çıkıyorum.


Yine de, yine de, ruhun kaygılılığını, hayır, solgun yazın öğleden sonrasını, bu azalan acıyla yaşamanın dolambaçlı yollarının güzelliğini uzun uzadıya koruyabilecek birkaç cümle bırakmayı nasıl istiyorum.


 


***


Gerçeği kiraladığını sananlar, görünmeyin gözüme, görmek istemiyorum çünkü sizi.


Neden kötü niyetli birinin adımlarını andırıyor adımlarınız kaldırımlarda? Sabahları kendi kendinizden memnunsunuz, paralarını sayıyorsunuz geceleyin ve gideceğiniz her yere sizden önce varıyor kodamanlığınız.


Tanrısal kayırmanın ele geçmez kararlarına göre verilmiş size egemenlik, sizse elinizde tuttuğunuzu sanıyorsunuz tanrısal kayırmayı. İçinizde varolmayan herşeyin karşılığını zehirli tükürüğünüzle veriyorsunuz; kim dokunursa size, uzun süre andırır sizi!


Her gün tanrı önünde baş eğmenize karşılık, yüreğiniz dimdik durup kendinizi beğenmişliğinizi okşar baştan ayağa bütün düşünceleriniz.


Gerçeğinizle doğrunuzu gördüm; görünmeyin gözüme, görmek istemiyorum çünkü sizi!


Çev. Adnan Özyalçıner - İlhami Emin


Olay esnasında ordaydım, inkar edecek değilim! Olay dediğiniz hadise zaten benim başımdan geçti. Eh, inkar etmek boşuna, geri gelmez gidenler, sevenlerin ahını hiçe sayıp gülenler. Oy Emineeeeeeeeeeeeeeeeeeeeyyyyyyyyyy, Emineeeeeeeeeyyyyyy! keşke ibrahim tatlıses de aramızda olsaydı ama işte "isyan etmek boşuna"sı ile gönül telimizi titretmesi bile muhteşem ve bir o kadar da nazik bir davranış...


"kiya hoca girişten geyiğe sardı" dediğinizi duyar gibiyim. Fakat kabul etmelisiniz ki siz kaşındınız. Yoksa ben öyle oturayım da kargalarla yaşadıklarımı yazılı hale getirip insanlığın hizmetine sunayım gayesinde değildim. Zaten insanoğlu denen canlıya zerre kadar itimadım yok. Bakın ne diyorlar: "Buna kargalar bile güler!" Güler tabi gerizekalı! Sen biliyor musun kargaların ne hin, ne cin olduklarını? Anca böyle konuşursun işte aptal aptal! Kargalar gülermiş, gülmeyip de ne yapsın hayvanlar senin şu hayvanlığına? Ne yapsın şu kibir kibir böbürlenmen karşısında kahkahayı basmayıp da? Hee, sana kim inanır söyleyim mi? Kadir inanır anacığım, anca o inanır! Vallaha mal bu insanoğlu denen canlı, kendine dönüp bakmaz, sağa sola laf yetiştirir. Bu banal esprileri yapmaktan da geri durmaz işte. Kargalar da güler buna tabi, niye gülmesin?


Bakın eski bir çocuk şarkımız var, aslen bir Sivas türküsü olmakla birlikte TRT Çocuk Korosu'nun ünlemesiyle çocuk şarkısı olarak kalıverdi dimağlarımızda: "Bir sabah kalktım, avluya baktım, aradım taradım, bağırdım çağırdım, bili gah, bili gah, bili bili gah gah, güzel horozum, aaahhhhhh kar beyazım!" Evet, "horozumu kaçırdılar" türküsünü çığıran birine, aklı başında herkesin dönüp de "ahha, keçileri kaçırdı bu" diye bakmasından doğal ne olabilir? Adama bak, horozunu kaçırmışlar, suyuna da pilav pişirmişler! Bu ne sevgi ahhh, bu ne ızdırap! Bu çocuk şarkısı da nerden aklına geldi diyeceksiniz, şurdan geldi ki, olay dediğimiz hadise de benim bir sabah kalkmamla vuku buluverdi. Hatta daha ileri gideyim, ben olay yüzünden bir sabah kalktım.


Evet, hep bir ağızdan "lafı gevelemeyi bırak da şu olayı anlat!" demenize mahal vermeden olaya geçiyorum. "İşte bir sabah uyandığımda!" Hayır, öyle değil, işte o sabah uyandığımda evin çevresi "gaaaak gaaaak" sesleri ile inliyordu. Zaten ben de bu "inleyen nağmeler" yüzünden uyanmıştım açıkcası. "Ulen n'oluyor, kargalara tecavüz eden de kim ki feryat figan ediyor bu hayvanlar?" diye kendimi balkona atmamla gördüğüm manzara karşısında dona kalmam bir oldu. Ne tecavüzü efendim, ne tacizi? Meğerse karga takviminde ilkbahar başlıyormuş ve meğerse karga mitolojisinde bu ilkbaharı karşılama ayininde bakire bir kedi kurban etmek gerekir imiş. Şimdi size büyük bir kıyak geçeceğim ve olayı gözünüzde canlandırabilmeniz için tasvir denilen betimleme aygıtını kullanacağım:


Bakın, o tarihlerde benim balkon arka bahçeye bakıyordu. Arka bahçe geniş bir yerdir. Böyle 2 metre yüksekliğinde kömürlük diye tabir edilen kulübeler dizilidir kenarında bu arka bahçenin. Ortasında da bir dut ağacı vardı ama evsahibi bahçeyi kirletiyor diye boynunu vurdurdu koca ağacın. İşte o ağaçtan da bir metre 10 santim boyunda bir kütük kaldı bahçenin ortasında. hep bir ağızdan "kiya hoca'ya bak, üşenmemiş, gidip kütüğün boyunu ölçmüş" dediğinizi duyar gibiyim. Ulen hayvanatlar, siz pipinizin bile boyunu ölçüyonuz, bişey diyor muyuz? Tabi o kütük niye kaldı diye düşünürken bunun cevabını da kurban bayramı esnasında bulmuştuk. Meğerse kurbanı yüzmek için o kütüğe asmayı uygun bulmuşlar ve sırf bunu düşünerek o koca kütüğü bahçenin orta yerinde bırakmışlar. Şimdi elimizdekileri toplayalım: Bahçenin kenarında her daireye bir adet olacak şekilde sıralanmış kömürlük kulübeleri ve bahçenin ortasında da bir adet 1 metre 10 santim yüksekliğinde 75 santim eninde ağaç kütüğü var. Tabi bahçede başka şeyler de var, yanlış anlaşılmasın. Mesela kapıcının çamaşır astığı çamaşır ipi, çapraz bir biçimde bölüyor bahçeyi. Çeşitli bitkilerin yanında meyvelerini döküp bahçeyi kirletmediği için canını kurtarabilen malta eriği var mesela. Ama bunlar konumuzu ilgilendirmiyor. Olayımızdaki hadise, kütük ile kulübelerde gerçekleşiyor.



Evet efendim, tasvir denilen betimlememizi burada sonlandırırken artık olay denilen hadisenin nasıl gerçekleştiğine geçebiliriz. En son hatırlarsanız ben karga ciyaklamaları arasında kendimi balkona atmış ve gördüğüm manzara karşısında donakalmıştım. Şimdi tasvirimizden yararlanalım; hani kömürlük denilen sıralı kulübeler vardı ya; hah, işte onların üzerine tek ve nizami bir sıra halinde kargalar dizilmiş. Oldu mu, canlandı mı gözünüzde? Tamam! Arka sıraaa, hüeeeyy? Onlar da tamam. Şimdi, bi tane de ağaç kütüğümüz vardı, işte onun üzerinde de bir adet karga! Ben ona Şaman Karga adını verdim, çünkü ayini o yönetiyordu ve kurban onun ayağının altındaydı. Evet evet, iyi tahmin ettiniz: Bakire bir kedi yavrusu vardı ayağının altında! Birden irkildiğinizi görür gibiyim, hatırlarsanız zaten ben de manzarayı görünce dona kalmıştım. Tabi ilk şaşkınlığım geçince hemen kendime bir sandalye alıp balkona kuruldum ve karga ayinini seyre koyuldum. Kusura bakmayın ama çayı ocağa koyacak vakit yoktu ve bilimsel sorumluluğum neyşinıl cografik tadındaydı. Evet, o timsahlarla dans eden adam elbette bir sürü keşif yaparak hayvanlar dünyasını tanımamızda büyük pay sahibi oluyordu. Ama işte burada da karga ayinini seyreden kiya hoca bulunmaktaydı. Açıkcası bilimsel düstur açısından kendimi hiç de bu kiptiyoz timsahlarla dans eden adamdan aşağı görmüyordum. Ancak tabi benim elimde kamera ve teçhizat bulunmadığından bu gözlemi ancak yazarak iletebiliyorum sizlere. Tabi ki kalbim kırık, boynum bükük bu yüzden. Ama yazdıklarımda zerre yalan varsa şurdan şuraya gitmek nasip olmasın, o derece yani!..


Konuyu dağıtmayıp olayı irdelemeye devam edelim: Son olarak kargaların ilkbaharı karşılamak için yaptığı bakire kedi kurban etme törenindeydik ve muhabirimiz aynen kiya hoca'ydı. Hoşgeldiniz sayın kiya hoca, uzun süredir görmüyorduk sizi. En son "Guatemala'daki yanardağlar neden yanıyor?" isimli çalışmanız yayınlandı. Ancak biz tabi ki "Kargaların Mitolojisi insanlarınkine çok uzak değil" konulu çalışmanızla ilgili olarak şey ettik. Siz karga ayinini canlı olarak yaşayan ve canlı canlı anlatan yeğane tanıksınız. Bize gördüklerinizi anlatır mısınız?


- Bakın sayın Güntemberg, bi kere olayı benimle birlikte kapıcının oğlu da görmüştü. Ama tabi bilimsel yetkinliği olmadığından olayın ehemmiyetine vakıf olamadığı gibi kargaları kovalayarak gerçek bir bilimsel gözlemi yarım bıraktı. Ancak ben tabi ki olaydan çıkarılacak bütün sonuçları derledim ve insanlığın hizmetine olacak şekilde şekil verdim.


Anlıyorum, olay sizin anlatımınıza göre saat 10:30 civarında gerçekleşmiş.


- Evet, sanırım kargalar sabahın seheri yerine böyle öğleye doğru havanın biraz ısınmaya yüz tutmasıyla ayinlerinin daha başarılı bir sonuca ereceğini düşünmüşler. Yani insan saati ile 10:30'un karga saatinde neye denk geleceğini kestirmek zor ama bence baharın yeni yeni yüzünü gösterdiği o tarihlerde erken saatlerin soğuk olacağı düşünüldüğünde seçilen saat kurban töreni için mükemmel bir zaman dilimi. Zaten benim babam da o saatlerde keserdi kurbanı bayramda.


Evet, peki olayı tam olarak canlandırmak istersek neler söyleyebiliriz?


- Efendim, biliyorsunuz bizim bahçede kömürlük denen bir sıra kulübe var. (Bilmiyoruz demeyin hıyarlar, yukarda anlattık.) İşte onların üzerine........ Eee, olmuyor ki ama, sabahtan beri aynı şeyi anlatıyoruz. Neyse efendim, Şaman Karga şeydeydi, kütüğün üzerinde, ayağının altında da kedi yavrusu. Tabi, bir sürü insan bilir bilmez konuşuyor. kiya hoca olayları seyredecene koşup kedi yavrusunu kurtarsaymış. Heh, o neyşinıl cografik'tekilere de "olayları seyretcenize ceylanları, geyikleri kurtarsanıza" deseniz ya!.. Anca kiya hoca'ya gelince böyle konuşursunuz zaten. Bilimsel sorumluluğum bir yana ben uyandığımda zaten kedi yavrusu ölmüştü. Ben ne bileyim karga ayini olduğunu o sabah. Alla alla ya...


Tamam efendim, sinirlenmeyin. Sonuçta ölü kedi yavrusu şaman karga'nın ayağının altında. Sonra?..


- Sonrası efendim, bu Şaman Karga böyle kubur kubur kuburdanarak dolanıyor kütüğün üzerinde. Böyle bi şişinme, bi kibir içerisinde sanki. Sonra dönüyor vuruyor bir gaga, kedi yavrusuna, bir parça koparıp havaya doğru fırlatmasıyla gaklaması bir oluyor!..


Aman tanrım!..


- Yaa ne sandınız? Şaman'ın gaklamasıyla birlikte kömürlüklerin üzerine dizili karga sürüsü ortalığı birbirine katıyor: "GAAAAAAAAAKKK!! GAAAAAKKKKKKKK!!! GAAAAAAAAAAKKKK! Ortalık inliyor desem abartı olmaz... Sonra bi müddet sessizlik ve yina aynı sahne!..


Yarabbi bu ne iş?


- Ben de aynen öyle dedim, yarabbi dedim, biz insanken vakti zamanında eskiden ve ilkelken böyle törenler yaparmışız. Ama kargalara ne ola ki?


Ne ola ki imiş?


- Ne olası var mı? Onların da yaşaması var, akılları var. Bizim yaptığımızı onlar niye yapmasın? Yapıyorlar işte; tam karşımızda Kargaların Bakire Töreni!


Abuuuvvvvvvv!!! Siz ne diyorsunuz kiya hoca!!!


- Yaaa, abuvvv ya, kendinizi çok akıllı sanıyordunuz di mi? Bakın İngiliz bilimadamları kargaların alet yapabildiğini keşfettiler. Karl Marks'ın kankisi olmakla kalmayıp aynı zamanda "Tabiatın Diyalektiği" gibi bir kitabı bir kalemde yazacak kadar önemli bir bilgin olan Friyedrik Engels'in dediği gibi "insan evrimi, alet yaparak geliştiyse" kargaları müstakbel dünya hakimi olarak sunmamda hiçbir sakınca yoktur.


Vallaha şaştım kaldım!


- Şaşmasan şaşardım zaten! Hehe, bu hayvanlara dikkatle bakarsanız böyle bir büyüklenme, böyle bir kendinden eminlik, böyle bir nasıl diyim, yürüyüşlerinde bile bir hal vardır bunların. Bence kafalarından şunlar geçiyor: "Heh, bi zaman dinazorlar vardı senin yüz katın. Dünya onlara kaldı mı ki sana kalsın insan efendi!" Kargalar bile gülüyorlar yani halimize, ben de çok gülüyorum işbu hale, nasıl gülmeyim a dostlar, nasıl gülmeyim...


Not: Efendim kargalarla yaşadığım bu inanılmaz deneyimin ardından elbette bu hayvanlara yönelik araştırmamı derinleştirdim. Dolayısıyla bazı insanların karga deneyimlerine de araştırmalarım sonucunda ulaşıp ortak oldum. Bu insanlarla birlikte Kanarya Sevenler Derneği'ne rakip olarak Karga'ya Bayılanlar Derneği'ni kurmak gibi bir çalışmamız yok çok şükür. Fakat bu doğaüstü deneyimlerin de bir kaydının tutulması şart. Mesela evine giden yol karanlık olduğu için büyükçe bir fener alan ve 3-4 günün sonunda kargaların saldırısına uğrayarak kafasına epeyce dikiş atılmak zorunda kalınan insan evladının hikayesine duyarsız kalabilir miyiz? Öte yandan kargaların, "ulen bizim mahalleye fener tutup gece vakti asabımızı bozmaya ne hakkın var" deyip bu insan evladına saldırılarını yalnızca vakayı adliyeden sayabilir miyiz? Bir karga yavrusunun balkonlarına düşmesi ve evin hanımının boş bulunup bu yavruyu içeri alması sonucu kargalar tarafından kuşatılan mahalleyi ve evinden çıkamadığı için 2 sınavı kaçıran üniversite öğrencisini ancak "vah vah" sesleriyle mi anmalıyız? Hayır, bütün bunlar kargaların ne denli organize hareket ettiklerinin ve tabi insan soyunun yerine dünyanın yönetimine aday olduklarının en somut belirtileridir.


Yine de Maçka Parkı'nda gözlenen karga-insan dostluğunun en somut örnekleri de her türüyle doğaya olan inanç ve saygımızı büyütmektedir kuşkusuz. Olayı zikreden insan kişisi "yeminle billah" diyerek olayın kuşku götürmez bir biçimde gerçek oluşuna işaret etmektedir. Şöyle anlatıyor bu insan kişisi:


Bir gün arkadaşımla Maçka Parkı'nda geziniyorduk. Yaşlıca bir hanım elinde siyah bir poşet, hemen önümüzde yürümekteydi. Zengin muhitinden olmakla birlikte hırpani bir görüntüsü vardı. Bu hırpani görüntüydü hali hazırda dikkatimizi çeken. Ama az sonra siyah poşetin içindekileri yere döküp yukarıya kaldırıp başını "KARGAAAAAAAAAAAAAAAAA" diye bağırması bir oldu. Biz "yaşlılık işte, herhalde tırlatmış biraz" diye düşünürken gökte siyah bir noktanın yavaş yavaş yere doğru seyrettiğine tanık olduk. Evet, bir kargaydı bu, "KARGAAAAAAAAA" diye çağrılan karganın ta kendisiydi. Kadının ayağının dibine konup, sunulan yemeğini yedi. Geldiği gibi gitti sonra; bize kalakalmak düştü tabi...


Düşer evlatlarım, size daha çok kalakalmak düşer, kargalar güler, ben gülerim. O kadın mı? Belli ki kargaların ajanı olarak İstanbul'un göbeğinde fink atıyor ve belli ki insanların bu vurdumduymaz, bu hiçbir şeyin farkında olmayan aptal hallerine bizim kadar gülüyor.