Background
saat tam 12'yi gösteriyordu kapıyı çekip çıktığımda. uzadıkça çirkinleşiyordu herşey. kafamın tası atmıştı sonunda, kapıyı çekip çıkmıştım işte. ne garip, birbirini seven iki kişi ne çok şey not etmişti kenara gerektiği zaman kullanmak için. "sen orda şunu şöyle... ben burda bunu böyle..." çok fazla hesap işi vardı yaşamda, matematiği iyi bilmek gerekiyordu bu yüzden. halbuki bizim eğitim müfredatı "yarın birisi karşınıza hesabı dökünce apışıp kalmamak için iyi öğrenin matematiği" demiyordu. "ne işimize yarayacak ki bu yaşamda" deyip kaynatıyorduk dersleri. eh işte, siz dersleri kaynatınca cadı da kazanını kaynatıyordu.

saat tam 12'yi gösteriyordu gece yarısı. öyle hesapsızdım ki, don gömlek atıvermiştim kendimi dışarı. kısa kot şortum uzun saçlarım ve ayağımdaki terliklerle hippi kömünlerinde hiç yabancılık çekmezdim doğrusu. ama burada ne hippi vardı ne de kömün. önce bir arkadaşa kapağı atmayı düşündümse de hiç akıl karı değildi bu. doğrusu ya, arkadaşlar canı sıkkın bir adamı iyice bunaltmak için bulunmaz yaratıklardır. şöyle azcık asık görmesinler suratını ve de gecenin yarısı kapılarını çalmaya gör; işte evlerine bir felaket uğramış gibidirler artık. sen kapıyı çalmadan evvel ne kadar neşeli olurlarsa olsunlar, seni öyle gördüler ya, az önce en sevdiklerinin ölümünü haber almış bir surat takınırlar hemen. mevzuyu öğrenmek için sorularıyla bunaltırlar. doğrudan sorularla başarılı olamazlarsa sinsi yöntemlere başvururlar. hani, onların da canı senin kadar sıkkındır da dertleşmek isterler sanki. "aaah be birader, o iki sene evvelki orospu yok mu, resmen sıçtı ağzıma!.." bak hele, nasıl da girdi mevzuya deyyus, ağzımdan laf alacak ki, neyin nesi olmuş bir fikri olacak. hani fikri olmazsa rahat uyuyamaz o gece. sen ki evine bir felaketle gelmişsindir. o sırada o felaketi kovmak onun baş görevidir ve bunun için felaketin içeriğini bilmesi gerekir. onun bu çabalarını ve hiçbir karşılığı olmayan mahzunluğunu gördükçe iyice bunalırsın sonunda. çekip de çıkılacak bir kapı daha seni beklemektedir.

eh, bütün bunları çekemezdim şu anda. saat tam 12'yi gösteriyordu ve sokakların sevdalısını bekleyen mecnun misali beni beklediği gün gibi aşikardı o gece yarısında. bu serin yaz gecesi hem nefes almak hem de ferahlamak için yeterli fırsatı sunuyordu insana. hippi görünümümle gecenin içine doğru akışım başlamış oldu böylelikle. insan geçmişe dönüp baktı mı, içinde bir ağırlık noktası oluşur. tam yüreğin altına asılı bir ağırlık. tanrı kimseye vermesin ya, bu ağırlık fazlasıyla ağırlaştı mı nefes alamaz olur insan. öznesi belirsiz derin bir özlem vardır o ağırlıkta, hani neye duyulduğu belli olsa böylesi bir özlemin, dünyanın öbür ucunda olsa gidip bulursun onu hiç kuşkusuz. ama işte, karanlık bir noktadır orası ve büyüyerek yüreğe asılır yavaş yavaş. ağırlaştıkça bunaltır içini, nefesini ağzına tıkar. karın bölgesinden başlayıp göğse doğru yayılır giderek. fonda da albinoni'nin adagio'su çalarsa insan o ağırlığı kendi bedeniyle birlikte bir ipin ucuna asmakta zerre beis görmez doğrusu.  geride şöyle bir not bulursanız şaşırmayın sakın: "benim taşıyamadığım bu ağırlığı bu ince ip de taşıyamaz sanmıştım!"

sakin gecenin içinde sizi rahatsız edecek bir sürü şey olduğunu kestiremezsiniz. hani adam kesseler kimseler duymaz dediğiniz tenha yerlerde bile sizi bulacak birisi vardır gecede. işte parka gidip sırtımı ağaca yaslamamla az ilerdeki inşaatın bekçisi hem görev duygusuyla hem de canı sıkıldığından yanımda peyda oluverdi. eh, orasıydı burasıydı kafa ütüledikten sonra iş başında olduğu aklına geliverdi de rahat bıraktı beni. ben de şöyle azıcık uzanayım da uzun geceye daha dinç çıkayım deyip verdim bedeni çimlerin üzerine. ama bakın, karıncalar ne kadar sempatik hayvanlar olursa olsunlar, söz dinlemek konusunda küçük bir çocuğu aratmıyorlar. arkadaşım tamam, üstümde başımda geziniyorsunuz, bir şey dediğim de yok. ama kulağımın içine kadar girmenin ne alemi var? alın işte, sizin yüzünüzden kendimi caddeye attım. bir aşağı bir yukarı dolanıp duruyorum derbeder...

üç aşağı beş yukarı yürüdükten ve birkaç mekana girip çıktıktan sonra yorulmuştum. artık uyku da iyice bastırmıştı ki gidip bir duvar kenarına verdim sırtımı. gözüm yarı açık uyuklamaya çalışıyordum. ama işte, daha duvara sırtımı vermekle "hacı hacıyı mekke'de, deli deliyi dakkada bulur" sözünde olduğu gibi adamın birine kitlendi gözlerim. caddeden aşağı sallanarak gelen bir berduştu bu. kendi kendine söyleniyor, küfürleri ardı ardına bağlayıp salıveriyordu ortalığa. hani son anda bana bulaşmasın diye kafamı ters tarafa çevirdiysem de geç kalmıştım: "senin de mi evin yok hemşerim?" diye bağırması bir oldu benden yana. "he ya" dedim, "benim de yok evim." "gel o zaman küçükpazar'a gidelim" dedi. işte o an bendeki bellek google maps hesabı semtleri tarıyordu. öyle ya, neredeydi bu küçükpazar? hani yeri belirledikten sonra karar vermesi kolaydı. insan başına neler gelebileceğini az çok kestirebilirdi yerin yerini belirledikten sonra. ama işte, o anda da bu küçükpazar, belleğimde son derece küçük bir noktayı oluşturuyordu. en azından bir kere orada bulunduğumu hatırlıyordum ama neresi olduğunu zerre kadar hatırlamıyordum.

bir "amaaaannn" lafının, rüzgarın savurduğu bir toz kütlesi gibi içimden geçmesiyle ayağa kalkmam bir oldu. bütün geceyi sokakta geçirdiğime göre şanıma layık bir maceraya atılmanın zamanı gelmişti doğrusu, uzunca düşünmenin gereği yoktu. bir berduşla küçükpazar'a kadar değil mezara kadar bile gidebilirdim şu anda. "hadi bakalım, gidelim şu küçükpazar'a ne olacaksa" diye düştüm yanına elemanın. "ne olacağı var mı?" dedi bizimki, "alırız biraz peynir, domates, bir de ekmek kaptık mı ahmet abi'nin kahvesinde bir güzel doyururuz karnımızı."

işte, yaşamın içinde böyle berduş dolaşan insan için gereksinimler de bu oranda gerçektir. öyle ya, sabaha küçük bir zaman kalmıştı şunun şurasında. hani küçükpazar'a gidip de dünyayı kurtarmanın zerre kadar alemi yoktu. aklımızı başımıza toplayıp peynir ekmeğe dayanmak ve karnımızı bir güzel doyurmak kadar doğru ve gerçek bir eylem düşünülemezdi o sırada. iki adet üniversiteli hülyabaz olsa yerimizde kesin çok şahane işlere yelken açabilirlerdi gecenin bu vakti yollara düştüklerine göre. hani dostoyevski'ye öykünen bir öykü kotarmak veyahut en azından derin felsefe muhabbetlerine şarabı ortak etmek mükemmel olurdu onlar için. ama bizim berduş'un o taraklarda bezi yoktu ve karnın tok olması az sonra doğacak güneşin içimizi ısıtması kadar gerekliydi.

böylece yanyana düşmüş, küçükpazar'a doğru yollanıyorduk işte. bizimki daha iki adım atmadan ana avrat küfürleri koyuverdi.

- n'oldu birader, kime sövüp duruyorsun böyle?

- abi sanki ben bir yeri arıyorum dedim adama. turistin biri bir adres sordu, ben de köşedeki kuruyemişçiye sordum biliyor musun diye. bana, "sen nereyi arıyorsun?" demez mi? sanki ben bir yeri arıyorum, hıyara bak!

herif sıkı çıktı doğrusu, gecenin yarısından beri adama periyodik olarak küfrediyordu demek. aman yanlış yapmayayım, bana da gelecek geceye kadar küfürleri koyuverir sonra. o sırada bana dönüp dikkatle süzdü beni eleman:

- kasımpaşa'da 15 bin lira alacağım var, sabah gidip onu alalım da sana bir pantolon alalım.

aman tanrım, "babaaaa" diye boynuna atlamamak için zor tutuyordum kendimi. öyle ya, parasızlıktan kotu kesip giyivermiştim öylece. 15 bin lirayla da epey pantolon alınırdı o zaman açıkcası. neşem giderek yerine geliyordu, kolları boyunlara dolayıp şöyle geceye ve caddeye doğru bir türkü patlatsak yeriydi hani. "küçükpazar'a bir varalım, bize kimse dokunamaz, hiç kafanı takma" diye devam etti aynı babacan tavırla. eh, burada da kimse bize bir şey dememişti ama demeyeceğinin garantisi de yoktu. ama anladığım kadarıyla küçükpazar'da bu işi garanti altına alacaktık. "oooh" dedim içimden, resmen kebap yelleyeceğiz küçükpazar'da!..

şöyle kafasından evinde de bir yer ayarladı bana, ferdi'yi şuraya, kör'ü buraya ("kör mü! tövbe tövbe, âmâ" diye düzeltmeden de rahat edemiyordu) aldı mı, oluyordu o iş. kafaya takacak hiçbir şey yoktu. kör dileniyordu ama iyi para getiriyordu doğrusu eve, ferdi yavşağın tekiydi, körün önünden sıyırıveriyordu yoğurdun kaymağını kendi önüne. bütün bunlar iyiydi hoştu ama can evimden vuran cümleyi henüz sarfetmemişti:

"bugün cumartesi değil mi? şu 15 kaadı alınca biraz da et alalım, pazar'a florya'ya pikniğe gideriz."

haydaaa, adam sanki beni neşelendirmek göreviyle dünyaya gönderilmiş bir melekti yahu! önce küçükpazar'a kahvaltıya, ardından florya'ya pikniğe. işte, kafayı dinlemenin şahane yolu... bizimki radyolarının bozuk olduğunu hatırlayıp biraz moralini bozduysa da "şu 15 lirayı alalım, tamir ettirelim onu bugün" diyerek hemen çözümünü bulmuştu. öyle ya, kuru kuruya piknik olur mu? şöyle radyodan iki güzel türkü açıp iki de göbek atabilirdik belki. neyse, şu anda ilk işimiz şu kahvaltı işini halletmekti ve küçükpazar'a da nerdeyse varmıştık. artık nerede olduğunu da hatırlamıştım küçükpazar'ın ve bu biraz daha rahatlatmıştı beni.

küçükpazar'a girdiğimizde bize kimse dokunmadı gerçekten. eleman sözünün eri çıktı doğrusu. kahvehaneler yeni açılıyordu daha. temizlikle uğraşıyordu elemanlar, ocaklar fokurduyordu sabahın seherine doğru. daha ilk kahvenin önünden geçerken kahvecinin daveti, küçükpazar'daki itibarımız hakkında iyice fikir edinmemi sağlamıştı:

- ooooo memet, nerdesin sen yahu? gel şöyle bir çayımızı iç.

- yok! biz ahmet abi'nin kahvesine gidiyoruz.

evet, biz ahmet abi'nin kahvesine gidiyoruz dingil. sana gelecek olsak mehmet kardeşim senin kahvene gideceğimizi söylerdi. ne adamlar var be, sanki biz ahmet abi'nin kahvesine giderken yolunu değiştirip başkasınnı kahvesine oturacak adamlarız! adını da böylelikle öğrenmiş oldum yeni arkadaşımın. yol boyunca ne o bana ne de ben ona nesin, necisin diye sormamıştık nitekim. ahmet abi'nin kahvesine geldik gelmesine ama kapalıydı kahvehane. işte, memed'in içine bir kurt düştü acaba ahmet abi'nin başına bir şey mi geldi diye. ama neyse, "biz şurda bir çorba içelim, o sırada açar heralde" dedi kendi kendine. aslında bana dedi tabi de, benim o sırada "yok öyle yapmayalım" diyerek akşama kadar küfür işitmeye hiç niyetim yoktu. ne dese öyle yapacaktık zaten. fakat bu sırada beş kuruş param olmadığını hatırlayıp, memed'e de söyleyiverdim düşüncesizce bunu. bizimkinin celallenmesi de bu yüzden oldu:

- ne parası? sana para diyen mi var be! allah allah...

- tamam yahu, hani bende vardır diye düşünürsün belki diye söyledim.

çok şükür fazla sinirlenmesine meydan vermeyip suyuna gittim. böylesi daha güvenlikli olduğundan değil, böylesi daha doğru olduğundan. doğrusu ya, gerçekliğin benden çok farkındaydı memet. eh, daha doğru ve pratik çözümler üretiyordu durumlara. hem de küçükpazar'daydık, karışanımız, görüşenimiz yoktu. gelen çorbayı da beğenmedi tabi, haksız da sayılmazdı. çorba demek için bin şahit gerekirdi ama pişiren bile üşenip o kadar adamı toplamaya çıkmazdı bu saatte. çorbamızı içip çıktık tekrar ahmet abi'nin kahvesine doğru. ama hala açılmamıştı o kahve, neden açılmamıştı, ahmet abi'nin başına bir şey mi gelmişti? zerre umrum değildi doğrusu, nasılsa memet kolaylıkla bu sorunu çözmeyi de bilirdi. aslında benim aklımdan şu bizi sevinçle davet eden kahvecinin kahvesine zıplayıp sıcak çaylarımızı yudumlamak geçiyordu ama yine onun söylemesini bekledim:

- neyse ya, biz şu girişteki kahveye geçip birer çay içelim de, o ara açılır burası.

bakın, gördünüz mü? boşuna güven duymuyordum bu adama. ben ne istiyorsam öyle yapıyordu sanki. frank kapra'nın "şahane hayat" filmindeki, kanadını yeniden kazanmaya çalışan melek klerıns'tı o benim için. işte, sıcacık çaylar da önümüze inivermişti ve küçükpazar'da bize karışan görüşen yoktu. "nerdesin yahu" dedi kahveci tekrar memed'e, "ne zamandır görünmüyorsun?" "hiç sorma" dedi bizimki, en son ahmet abi'nin orda okey oynuyorduk. yavşağın biri, yok o taş atılır mı, yok bu oynanır mı deyince sinirlenip çıktım. 2 aydır geçmiyorum bu tarafa."

herşey iyi güzeldi de işte burası kafamı kurcalayan noktayı oluşturuyordu. "sen nereyi arıyorsun birader" diyen kuruyemişçiye gece boyu küfreden, okeyde sinirlenip küçükpazar'a 2 ay uğramayan adama ne deyip de ayrılacaktım yanından. öyle ya, "senin de mi evin yok" demiş, ben de boş bulunup "he ya, benim de yok" yanıtlamıştım. şimdiyse karnımı doyurup sıcak çayımı yudumlarken eve uğrayıp üstümü başımı değiştirmek ve artık orada kalmayacağıma göre toparlanmak gerekirdi. ama bu adama ne söylemeliydim şimdi? geceye kadar da bana küfretmesini istemiyordum açıkcası. hani küfretse ne olacak diyeceksiniz, orası öyle ama etmesindi işte. niye etsindi yani severek de ayrılabilirdik.

ikinci çayları doldurmaya gitmişti memet, kahveci çenesi boş durmasın diye "sen nerelisin bilader?" diye soruverdi. "şuralıyım" deyiverdim. "ahha" dedi kahveci, "benim orospu çocuğu olacak oğlan, evleneceğim diye para istedi benden. ben de eşten dosttan borç alıp verdim buna. meğer orospunun biriyle kaçıp sizin oraya yerleşmiş. o paraları ödeyene kadar imanım gevredi birader. hani babana bile güvenmeyeceksin derler ya, asıl oğluna güvenmeyeceksin!"

kahvecinin bu konuşması hiç de hayra alamet değildi. bizim memet de bir nevi beni nüfusuna almıştı nitekim. şu 15 bin lirayı alıp bana pantolon alınacaktı, pikniğe bile gidilecekti benim şerefime. ama bu deyyus kahveci, "oğluna bile güvenmeyeceksin" diyerek sanki gaz veriyordu benim elemana. neyse ki ikinci çayları içer içmez ahmet abi'nin kahvesine doğru yollandık. ahmet abi yine yoktu ama ocakçı açmıştı kahveyi, yerleri süpürüyordu. biraz azarladı memet ocakçıyı, sonra da içine sinmedi  bu olay ve elinden kaptığı gibi süpürgeyi, yerleri süpürmeye başladı. ben de böyle yedi yabancı gibi durmayıp bir işin ucundan tutayım diye kıpraşıyordum ki "otur otur" işareti yaptı eliyle. sonra da 2 çay kapıp geldi masaya. sonra televizyona dalıp gitti ben etrafı izlerken. televizyonda islami bir kanal açıktı ve asr-ı saadet döneminden kalma bir evliyanın hayatını canlandıran bir film gösteriliyordu. öylesine dalmıştı ki hikayeye bizimki, hani bıraksam kalkıp girecekti televizyonun içine. evliya'nın eteğini öpüp dergahına yüz sürecekti.

kahve de giderek dolmaya başlamıştı, sabah işine yetişmeye çalışanlar ellerinde poğaça börek damlıyorlardı birer birer. kapının yanına çöreklenmiş pis yüzlü adama dikkat etmemiştim doğrusu. o sabah mahmurluğundan bir gümbürtü çıkabileceğini de hiç tahmin etmiyordum. ama işte, film bitmiş ve memet kendinden geçmiş bir biçimde "vay be, ne insanlar yaşamış zamanında" deyiverdi. öylesine bir memnuniyet vardı yüzünde, evet, o insanlar artık olmasalar bile bir zamanlar yaşamışlardı. bu ona fazlasıyla yeter de artardı bile. refah partisi'nin kazandığı seçimlerin hemen öncesiydi ve o sırada kapının yanına çöreklenmiş pis sakallı ihtiyar "geliyoruz geliyoruz, yine eskisi gibi yapacağız" deyiverdi buna güvenerek. işte bizim memed'in kendini kaybına sebep olan cümle de bu olmuştu. bağırıp çağırıyordu ocakçıya dönmüş: "bu gerizekalı kim be! ben size iti kopuğu doldurmayacaksınız buraya demiyor muyum? allah'ım ya, hangi devirde yaşadığını sanıyor bu salak!"

kapının yanındaki büzüşmüş, sesini çıkarmıyordu ama bizimkinin sinirinin dinmesine imkan yoktu. bana dönüp "kusura bakma ya, buraya böyleleri gelmez aslında ama sokmuşlar içeri her nasılsa" dedi. "şu haberleri izleyip gidelim" diye de ekledi. arada gözü kapıdan yana kayıp "hasta bu hasta, gerizekalı, suratına baksana, akıl falan yok bunda" diye söyleniyordu. zaten haberleri beklemek de anlamsızlaştı bir an kendisine ve "kalk gidelim" deyiverdi. bu sefer kesin en az dört ay uğramazdı küçükpazar'a. ama o esnada benim ipliğim de pazara çıkarsa geceye kadar değil, en az bir hafta küfrederdi doğrusu. şimdi iyice düşünmeye dalmıştım, "nereye gideceğiz ki" deyiverdim konuşmayı normal seyrine çekmek isteyerek. "mısır çarşısı'nda bir arkadaşım var" dedi, "gidelim de birer bira ısmarlasın bize." sabah saatin 7'siydi ve bira içmek isteği duyduğumdan emin değildim. şu kapı önündeki salak bütün dengemizi bozmuştu şimdi. ancak o sırada beni kurtaran sahne yaşandı işte. "vay memet, nerdesin sen kardeşim" diye birinin bunun boynuna sarılmasıyla birlikte araya girdim. "benim eve gitmem gerek arkadaş, üstümü değiştireyim, biraz da para alayım, sonra buluşuruz" diye kestim o sevinçli buluşmayı. "dur yahu, nereye" dediyse de ben gitmem gerektiğinde direttim. "o zaman tarlabaşı durağının yanından gir" diye evi tarif etmeye başlamıştı ki, "bırak şimdi evi" dedim, "sen akşam 7 gibi gece karşılaştığımız yere gel." yine de uzunca tarif etti evin yolunu, ben de ısrarla gece gelmesini söyledim.

bütün hikaye boyunca bana ne ismimi ne cismimi soran bu adamı bekliyordum akşamla birlikte. cebim para gördüğüne göre sabaha kadar içip ertesi gün de kasımpaşa'dan 15 bin liramızı alabilirdik. sonra bir pantolon alırdık bana, daha sonra ver elini florya sahili... ferdi ve âmâ'yı biraz kenarlara çekip bir yatak daha ayarlayabilirdik evde. sonra belki siniri geçerse 4 ay sonra küçükpazar'a, ahmet abi'nin kahvesine gider, okey çevirirdik ordakilerle...

akşam geldi mi? gelmedi...

bu öykü bitti mi? bitmedi...

tarlabaşı'nda bir ev... gelecek yazıda olabilir... belki...